28 Kasım 2024
  • Lefkoşa14°C
  • Mağusa16°C
  • Girne16°C
  • Güzelyurt13°C
  • İskele16°C
  • İstanbul11°C
  • Ankara3°C

HAYRANLARIN GAME OF THRONES'UN SON SEZONUNDAN NEFRET ETMESİNİN GERÇEK NEDENİ NE?

Mesele sadece kötü öykü anlatımı değil; öykü anlatımı tarzının sosyolojik olmaktan, psikolojik olmaya dönüşmesi...

Hayranların Game of Thrones'un Son Sezonundan Nefret Etmesinin Gerçek Nedeni Ne?

19 Mayıs 2019 Pazar 16:26

Uyarı: Metin içinde Game of Thrones (Taht Oyunları) dizisinin son sezonuna yönelik birtakım bilgiler ("spoiler") bulunmaktadır. Bu yazıda belirtilen görüşler tamamen yazarın kendisine aittir ve Evrim Ağacı'nın görüşlerini yansıtmayabilir.

***

Game of Thrones dizisinin sekizinci ve final sezonu, bugünlerde televizyonun erişebildiği doruk noktaya erişmiş durumda. Sezon açılışını 17 milyondan fazla insan izledi. Ancak hayranların ve eleştirmenlerin tepkilerine bakılırsa, bu milyonlarca insanın dikkate değer bir kısmı sezondan nefret ediyorlar. Gerçekten de hayran yorumlarının ve dizi hakkında yapılan incelemelerin çoğu, övgülere mazhar bu dizinin hangi noktada yanlış yaptığı üzerine kafa yoruyor. Ortalıkta dolaşan birçok teori, dizinin tam olarak nerede tepe taklak olduğunu izah etmeye çabalıyor.

Dizinin gerçekten de kötüye gittiğini söyleyebiliriz; ancak bu gerilemenin nedenleri, bugüne kadar paylaşılan izahlarda söz edilen olağan şüphelilerden (yeni ve daha kötü yazarlar, kısaltılmış sezon süresi, çok fazla senaryo hatası) çok daha derine iniyor. Elbette bu sayılanlar diziyi olumsuz etkilemedi değil; ancak bunlar, dizinin sadece yüzeysel birkaç dönüşümünden ibaret. Aslında Game of Thrones’un kötüye gidişi, öykü anlatıcılığı kültürümüzdeki temel ve genel bir hatayı açığa çıkarıyor: Biz aslındasosyolojik öyküleri nasıl anlatacağımızı bilmiyoruz.

Doruk noktalarındayken GoT (ÇN: Game of Thrones), Kralın Şehri’ndeki dost canlısı bir ejderha kadar nadir görülen bir mucizeydi. Psikolojik olana ve bireye ağırlık veren bir camiada, sosyolojik ve kurumsal bir öykü anlatıcılığı idi. Dizinin bu türden yapısal öykü anlatıcılığı çağı, George R. R. Martin’in kitaplarına dayandığı sezonlar boyunca devam etti. Martin, kendilerini çevreleyen normlara, yönlendirmelere ve daha geniş kurumsal koşullara tepki vererek evrim geçiren karakterler yaratmakta ustadır.

Ancak dizi kitapların ötesine geçtiğinde, dizinin sorumluluğu güçlü Hollywood yapımcıları olan David Benioff ve D. B. Weiss'ın eline geçti. Bazı hayranlar ve eleştirmenler bu ikilinin öyküyü, klasik Hollywood temalarına uydurmak ya da öyküyü hızlandırmak için değiştirdiklerini varsayıyor, ancak bu pek muhtemel değil. Tam tersine yapımcılar, orijinal yazar tarafından kendilerine verilen öykünün ana hatlarına tamamen sadık kalmış gibiler. Yapımcıların yaptığı asıl şey bu değil, birçok açıdan çok daha köklü bir şey: Benioff ve Weiss, öykünün doğrultusunu sosyolojik olmaktan çıkarıp, psikolojik olmaya doğru değiştirdi. Bu da zaten Hollywood’un ve birçok televizyon senaristinin temel (hatta sıklıkla yegâne) öykü anlatıcılığı şekli.

Bu, analiz etmeyi hak eden, önemli bir dönüşüm. Çünkü öykülerimizi temelde sosyolojik bakış açısından mı, yoksa psikolojik bakış açısından mı anlattığımız, karşılaştığımız sorunlarla ve dünyayla nasıl başa çıktığımızı önemli miktarda etkiliyor.

Bu türden bir kusura kendi yazın alanım olan teknoloji ve toplum konularında da rastlıyorum. Sosyolojik öyküleri anlamaktaki ve anlatmaktaki beceriksizliğimiz, dijital teknoloji ve makina zekası sayesinde geçirdiğimiz tarihî teknolojik dönüşüme ayak uyduramayıp, düzgün tepkiler veremiyor oluşumuzun da ana nedenlerinden birisi. Ancak tüm bunlara az sonra geleceğiz. Öncelikle Game of Thrones’a ne olduğuna bir bakalım.

Game of Thrones'daki Öykü Anlatıcılığı Neydi, Ne Oldu?

Dizinin kötüye gidişiyle ilgili anlatım tarzındaki bu temel değişikliği gözden kaçırmak ve Benioff ile Weiss’in alışagelinmiş kötü yazarlığını suçlamak kolaydır; çünkü bu ikili bu işte ciddi anlamda başarısızdır. İkili, Game of Thrones'da sadece öykünün açıklayıcı dinamiklerinin doğrultusunu değiştirmekle kalmadılar, girdikleri yeni yolda da berbat bir iş yaptılar.

Örneğin senaryodaki bol miktarda kurgu ve mantık hatası incelenebilir. Örneğin ejderhalar, bir bölümde çizgi romanlara özgü bir dayanıklılığa sahipken, bir sonrakinde zayıf yaratıklar haline gelivermekte. Ya da Jaime Lannister’ın, batan gemisinden kıyıya yüzen kötü karakter Euron Greyjoy’la devasa uzunluktaki bir sahil şeridindeki ufacık bir koyda tam olarak aynı anda denk geldiklerini görmezden gelmek mümkün değildir. Ne rastlantı ama!

Benzer şekilde sezonlar boyunca titizlikle işlenmiş karakter altyapıları bir anda terk edilerek oyuncular, karakterler yerine karikatürlere çevrildi. Örneğin yeni sezonda Tarth'lı Brienne'in var olmasının kurgusal olarak hiçbir amacı kalmamıştır ya da Tyrion Lannister bir anda katil bir ispiyoncuya dönüşmüş ve aynı zamanda bir anda tüm dehasını yitirivermiştir (tüm sezon boyunca tek bir doğru karar bile vermedi!). Ayrıca Bran Stark’ın olayı nedir bilinmez, şu anda herhalde tek işlevi yedek bir Stark olarak senaryoda bulunmak?!

Ancak tüm bunlar yüzeysel şeyler. Yeni sezon senaryodaki mantık hatalarını en aza indirmeyi başarsaydı da, saçma tesadüflerden kaçınsaydı da, Arya’yı beceriksiz bir ex machina (ÇN: Neredeyse imkansız şeyleri becerebilen bir karakter) olarak kullanarak hikaye anlatmaya çalışmaktan uzak dursaydı bile, geçmiş sezonların öykü anlatımı doğrultusunu tutturamazlardı. Sosyolojik bir öykü olan Game of Thrones’u o haliyle sunmaya devam etmek, Benioff ve Weiss için, erimekte olan bir dondurmayı çatalla yemeye çalışmaya benzerdi. Hollywood, psikolojik ve bireyselleştirilmiş öykülerin nasıl anlatılacağını iyi bilir. Sosyolojik öyküler içinse benzer yetileri yoktur, hatta bu kavramı anladıkları bile şüphelidir. 

Öykü anlatımı doğrultu değişimini anlamak için önemli bir soruya geri dönelim: Game of Thrones’u başlarda neden bu kadar çok kişi seviyordu? Bir sürü yüksek kaliteli yapımın mevcudiyeti nedeniyle eleştirmenlerin “Televizyonun İkinci Altın Çağı” dedikleri bir dönemde, çok sayıdaki diğer dizi arasından bu dizinin sıyrılabilme nedeni neydi?

Hayranların başlardaki ilgisi ve diziye sadakati sadece parlak oyunculuklar, üstün sinematografi, ses, düzenleme ve yönetim ile ilgili değildi. Bunların hiçbiri GoT’a özel değildi. Kaldı ki son sezonun pespayeliğinde bile tüm bu faktörler halen kusursuzdur.

Önemli bir ipucu, dizinin ana karakterleri erkenden ve sıklıkla öldürmesi, ancak öykünün akıcılığını kaybetmemesi ile ilgilidir. Psikolojik doğrultuda ilerleyen TV dizileri bunu nadiren yapar. Çünkü bu tarz diziler, bizimle etkileşim içinde olarak bizi oluşturan toplumsal büyük resme, kurumlara ve normlara değil; izleyicilerin karakterlerle özdeşim kurmasına ve öykünün devamında bunlara yatırım yapmasına dayanır. Ana karakterleri öldüremezler; çünkü öykü onlar üzerine kurulur, izleyicileri bir kanca gibi kendilerine bağlamak için onları kullanırlar.

Oysa Game of Thrones, tüm sezonu üzerine inşa ettiği ve sonrakilerde de olayların onun çevresinden döneceği izlenimini uyandırdığı Ned Stark’ı ilk sezonunun sonunda aniden öldürmüştü. İkinci sezon onun yerine onun soyundan başka bir Stark üzerine kuruldu, bu da öykünün daha geleneksel bir sürekliliğine benziyordu. Ancak üçüncü sezonda da bu karakter ve onun hamile eşi, üstelik de çok kanlı bir biçimde katledildi. Olaylar da hep bu şekilde gelişti. Devam eden öykü idi, karakterler değil.

Ana karakterlerini öldürüp duran bir dizinin cazibesi, başka bir türden öykü anlatıcılığına dayandığı sinyalini verir. Burada, içsel dinamikleriyle birlikte tek bir karizmatik ve/veya güçlü bir birey tüm öyküyü anlatma yükünü ve konuyu açıklama gücünü tek başına üstlenmemiş demektir. Televizyonda ve kurgularda bu türden öyküler de kıt olunca, bu yaklaşımın geniş bir hayran tabanında yankı bulduğu ve dizinin onları kendisine bağladığı görülmüştür. 

Elbette ki sosyolojik öykü anlatımında da karakterlerin kişisel öyküleri ve odak noktaları vardır. Ancak bunlar büyük ölçüde karakterleri çevreleyen olaylarla ve kurumlarla şekillenir. Karakterlerin yönelimleri açıkça bu dışsal güçlerden kaynaklanır ve içsel yaşamları kuvvetli şekilde onlardan etkilenir.  

Daha sonra bu insanlar, içsel öykülerini bu yönelimlerle uyumlu hale getirir, süreç içinde davranışlarını meşru görür ve rasyonalize ederler. (Upton Sinclair’in meşhur esprisi gibi: “Bir insana bir şeyi anlatabilmek, eğer maaşı bunu anlamamasına bağlıysa, zordur.”)

Öykü anlatıcılığının ya da analizin aşırı kişiselleştirilmiş olması, bizi olayların ve tarihin derin bir anlayışından yoksun kılar. Örneğin tek başına Hitler’in kişiliğinin anlaşılması, bize faşizmin yükselişi hakkında pek bir şey söylemez. Elbette o da önemsiz değildir, ancak o olmasaydı, 20. yüzyıldaki iki kanlı dünya savaşının ortasındaki bir Almanya’da onun yerini muhtemelen başka bir demagog alacaktı. Yani, “Bir bebekken Hitler'i öldürebilecek olsan, öldürür müydün?” şeklinde bazen bir etik zaman yolculuğu bilmecesi olarak sorulan sorunun yanıtı “Hayır!” olmalıdır. Çünkü büyük olasılıkla çok fark etmeyecekti. Bu soru, gerçek bir ikilem bile değildir.

Bizim, günlük yaşamımız ve diğer insanların davranışları hakkında yorum yaparken bireye vurgu yapma eğilimimiz vardır. Çevremizdeki insanların davranışları hakkında içsel ve psikolojik açıklamalar bulma eğiliminde oluruz, oysa kendimiz söz konusu olunca ortamsal gerekçeler sunarız. Dünyaya karşı yaygın olan bu bakış açısı için sosyal psikologlar “Temel Atıf Hatası” derler. 

Birisi bize yanlış bir şey yapınca onların kötü insanlar olduğunu, kötü yola saptıklarını, bencil olduklarını düşünme eğiliminde oluruz. Ancak biz yanlış bir şey yaptığımızda, eylemlerimizi şekillendiren dışsal zorunluluklar bulmakta, yani ortama vurgu yapmakta daha iyiyizdir. Örneğin bir meslektaşınıza çatarsanız, bunun gerekçesi olarak dün gece bir türlü uyuyamadığınızı, zaten bu ayın da ekonomik açıdan sizin için kötü geçtiğini düşünerek davranışınızı mantığa büründürürsünüz. Öyle ya siz kötü bir insan değil sadece stresli bir insansınız! Ancak bir meslektaşınız size çattığında onu salağın teki olarak yorumlarsınız, aynı türden bir mantığa bürüme sürecine girmezsiniz. Bunu kendi içsel huzurumuzu sağlamak için yaparız. Aynı zamanda bu, bizim bilgi kapsamımızla da uyumludur; üzerimizdeki baskının nedenlerini biz biliyoruz, ama başkalarınınkini bilemeyebiliriz.

Game of Thrones’daki birçok karakter yoluyla bize gösterilen şey de tam olarak buydu: İçsel öyküler ve tutkular arasındaki, psikolojik ve dışsal güçler, kurumlar, normlar ve olaylar arasındaki çatışma… Dizi bize bunları, ne çok iyi ne de çok kötü olan ve ilmek ilmek işlenmiş karakterler vasıtasıyla göstermişti. Hatta daha fazlasıydı: Karakterlerin neden kötülük yaptığını, iyi niyetlerinin nasıl geri planda kaldığını, amaçların davranışı nasıl yapılandırdığını anlayabiliyordunuz. Bu kompleks ve detaylı bakış açısı, bunu saf iyi karakterlerin kötülerle dövüştüğü basit bir ahlaki öykü olmaktan çok daha zengin bir hale getiriyordu.

Sosyolojik öykü anlatıcılığının parladığı yer, kendimizi esas oğlanın/kızın değil de herhangi bir karakterin yerine koymaya yönlendirebilmesi ve bizim de benzer tercihleri yaparken kendimizi hayal etmemizi sağlayabilmesidir. Daha derin ve geniş bir anlayışın yolu, “Evet, o şartlar altında ben de bunu yapabilirdim.” diyebilmektir. Bu sadece empati değildir: Biz, elbette ki kurbanlarla ve iyi insanlarla empati yaparız, kötü insanlarla değil. 

Ancak karakterlerin seçimlerini yapma şeklini ve nedenlerini daha iyi anlayabilirsek dünyamızı, herkesi daha iyi seçimlere yöneltebilecek şekilde yapılandırmak hakkında da düşünebiliriz. Bunun alternatifi genelde, doğamızın daha iyi yanlarına hoş gelecek beyhude bir girişimdir. Bu demek değildir ki iyi yanlarımız mevcut değildir, ancak bunlar daha temel ve düşük dürtülerimizle yan yana bulunur. Buradaki sorun iyi yanlarımıza işaret etmek değil, herkesi daha iyi seçimler yapmaya yönlendirmeyi kolaylaştırmak ve hepimizi birden daha iyi bir yere taşıyabilmektir.

Benzer bir hayran kitlesine sahip bir başka sosyolojik TV draması da David Simon’ın The Wire dizisidir. Bu dizide Baltimore’daki çeşitli karakterler ele alınır; bunlar yoksul ve göz ardı edilen bir toplulukta hayatta kalmaya çalışan Afro-Amerikalılar'dan, polis memurlarına, gazetecilerden sendikalı liman işçilerine, şehir yöneticilerinden öğretmenlere uzanan geniş bir yelpazedir. Bu dizide de ana karakterler düzenli olarak öldürülür, ancak dizi izleyici kaybetmez. Sıra dışı bir biçimde her sezonun baş kahramanı bir kişi değil, bir kurumdur. Örneğin ikinci sezon, ABD’deki sendikalı işçi sınıfının çöküşüne odaklanır, dördüncü sezon okullara yönelir, final sezonu ise gazeteciliğe ve kitle iletişimine dayanır.

Neyse ki The Wire dizisinde yaratıcı kontrol asla standart Hollywood öykü anlatıcısı olan yazarlara geçmedi. Eğer geçseydi, kendileriyle özdeşleşeceğimiz ya da kendilerinden nefret edeceğimiz karakterler sunacak ve bu karakterleri şekillendiren koşulları tam anlayamayacaktık. The Wire ile ilgili çarpıcı şey, izleyicinin sadece iyi olanları değil (ki hiçbiri saf iyi ya da saf kötü değildi), tüm karakterleri anlayabilmesiydi. Bir dizi bunu sağlayabiliyorsa iyi bir sosyolojik öykü izlediğinizi bilirsiniz.

Game of Thrones Neden Ana Karakterleri Öldürmeyi Bıraktı?

Sekizinci sezonun birçok izleyiciyi şok etmesinin nedeni... Ana karakterleri pat diye öldürmeyi bırakmasıoldu! Bu, dönüşümdeki ilk büyük ipucuydu. Artık hikâyenin ağırlığı, sosyal bağlamdan çıkıp, psikolojik bağlama dönüyordu. Benzer şekilde, hayranların özdeşim kuracağı ve destekleyeceği karakterler inanılmaz şeyler yapıyordu. Örneğin Arya Stark, neredeyse imkansız olan bir şekilde Gece Kralı’nı öldürebildi.

Yedi sezon boyunca dizi, Gece Kralı, "Ölümsüzler Ordusu" ve "gelmekte olan kış" gibi farklı kamplardaki, rakip ve ötekileştirilmiş dışsal tehditlerin sosyolojisine odaklanmıştı. Tüm diziyi canlı tutan ana sosyolojik gerilimlerden birisini, tam da yerine isabet eden tek bir bıçak darbesiyle bitiren Benioff ve Weiss, sonraki aşama olarak da diğer sosyolojik gerilimi, yani insanı bozan gücün öyküsünü mahvetmeye girişti.

Gücün yozlaşmaya yol açması, Cersei Lannister’ın yükselişi ve bir kurbandan kötü bir karaktere dönüşmesi ile gösterilmişti. Onun baş rakibi olan Daenerys Targaryen’in de benzer bir hikâyeye sahip olduğu açıktı. Dany başta zincirleri kıran, ahlaki tercihler yapan bir karakterdi. Ancak sezonlar ilerledikçe ve imkânları arttıkça, bu değişimden pek hoşlanmasak da, o da değişti. Sahip oldukları tarafından şekillenerek savaşa, ejderhalara ve ateşe tutundu.

Bu öykü, eğer doğru bir şekilde ele alınsaydı, hayranlık uyandırıcı ve dinamik bir öykü olabilirdi: Rakipler, mutlak güce ulaşmak için cinai araçlar kullanıyor ve giderek birbirlerine dönüşüyor. Birisi bencil bir perspektiften başlıyor (Çocuklarının hükümdarlığını arzuluyor), diğeri ise özgeci bir noktadan yola çıkıyor (Köleleri özgürleştirmek ve kendisinin de bir zamanlar onlardan biri olduğu tutsakları serbest bırakmak).

Gücün yozlaştırması tarihteki birçok önemli olayda en önemli psikososyal faktörlerden biri olmuştur ve toplumlardaki arazların beşiğidir. Buna tepki olarak bizler de yöneticileri kısıtlayacak şekilde seçimler, kuvvetler ayrılığı, kanunlar ve farklı mekanizmalar oluşturduk.

Tarih boyunca diktatörler genelde kendilerinin güç sahibi olarak kalmaları gerektiğine, çünkü kendilerinin insanlara rehberlik edebilecek tek özne olduklarına inanırlar. Onlara göre kendilerinin tüm alternatifleri felakettir. Bu liderler, izole edilmeye eğilimli olur, etraflarını dalkavuklar sarar, her yaptıklarını meşru görmek şeklindeki insani eğilime yenik düşerler. Tarihte Dany gibi birçok lider, bir muhalif olarak iyi niyetlerle işe girişir ve gücü ele geçirdikleri anda gaddarca davranarak bir tirana dönüşür.

Sosyolojik açıdan Dany’nin acımasız bir katliamcı haline gelmesi güçlü ve dikkate değer bir öykü olabilirdi. Ancak öyküyü bu doğrultuda nasıl ilerleteceğini bilmeyen iki yazarın elinde öykü saçma sapan bir şeye dönüştü. Dany, Kralın Şehri’ne ejderhası Drogon ile saldırıp galip geliyor, şehrin çanları, teslim olduklarını işaret edecek şekilde çalıyor. Sonra aniden Dany delice etrafı yakıp yıkmaya başlıyor çünkü bir şekilde "zulüm genleri" aktive oluyor.

Dany’yi engelleme yolunda ölecek olan danışmanı Varys, Tyrion’a diyor ki; “Bir Targaryen her doğduğunda tanrılar yazı tura atar ve dünya nefesini tutarak sonucu bekler”. Bu, basitçe ve doğrudan genetik determinizmdir. Hem de bizim önceki yedi sezon boyunca görmediğimiz türden bir genetik belirlenimcilik! Tekrar belirtelim: Sosyolojik öyküler; kişisel, psikolojik ve genetik ögeleri elbette göz ardı etmez. Buradaki husus, bu faktörlerin “yazı tura” olmamasıdır. Bu faktörler karmaşık etkileşimlerle sonuca yön verir, dünyanın gerçek düzeni budur. 

Bu bölümden sonraki bir röportajda Benioff ve Weiss bu sahneyi spontan bir ana dönüştürdüklerini itiraf ettiler. Weiss dedi ki şöyle diyor:

Dany önceden buna karar vermemişti. Ancak sonra Kızıl Kale’yi gördü, ki bu kale 300 yıl önce bu ülkeye gelen ailesinin inşa ettiği kendi evidir. Tam olarak bu anda, kendisi Kralın Şehri’nin duvarları üzerindeyken, kendisinden alınan her şeyi birden gördü ve olan biten her şeyi şahsi algıladı."

Benioff ve Weiss’e Game of Thrones’daki bu “Çılgın Kraliçe” sonu, neredeyse kesin olarak, orijinal yazar George R. R. Martin tarafından verildi. Ancak bu son, onlar için yukarıda bahsettiğim eriyen dondurmayı çatalla yemek gibi bir soruna yol açtı. Aslında bu öykü iyiydi, ancak anlatım biçimleri iyi değildi. Bu sona ulaşmak için belirli bir andaki spontane bir psikolojik durum ve deterministik genler gibi bir karışım kullandılar. 

Sosyolojik Öykü Anlatımı Neden Önemlidir?

Psikolojik/içsel yaklaşım iyi de yapılsa kötü de yapılsa, sosyal değişimi anlamakta ve uygun tepkiyi vermekte bizi çaresiz kılar. Psikolojik ve kahraman/anti-kahraman öykücülüğünün hakimiyeti belki de aynı zamanda, günümüzdeki tarihsel teknolojik dönüşümle başa çıkamamamızın da nedeni olabilir. Yani bu yazı, esasında ejderhalı bir televizyon dizisinden daha fazla şeye gönderme yapıyor. 

Kendi araştırma ve yazın alanımda, yani dijital teknoloji ve yapay zekanın toplum üzerindeki etkisi konusunda bu engelle sürekli karşılaşıyorum. Mark Zuckerberg, Sheryl Sandberg, Jack Dorsey ve Jeff Bezos gibi ünlü karakterlerin kişiliğine odaklanan bir sürü öykü, kitap, haber var. Elbette bu insanların kişiliği önemli, ancak bu önem sadece içlerinde bulundukları iş modeli, teknolojik gelişmeler, politik çevre, anlamlı ya da anlamsız düzenlemeler, servet dağılımındaki eşitsizliği besleyen mevcut ekonomik ve politik güçler, güçlü aktörlerin yükümlülüklerinin yokluğu, jeopolitik dinamikler, toplumsal karakterler vs. bağlamlarında geçerli. 

Örneğin bir firma için en iyi CEO’nun ya da COO’nun kim olacağını iyice ölçüp tartmak mantıklıdır. Ancak bu insanların ve firmaların davranışlarını şekillendiren güçleri, yapıyı ve motivasyonu değiştirmeden, bu bireylerden birini oturduğu yerden kaldırıp yerlerine başkasını oturtup, büyük farklılıklar ummak mantıklı değildir.

Bireysel ve psikolojik öykü anlatımını tercih etmek anlaşılabilir: Eğer kişisel seviyede kahramanla özdeşleşir ve anti-kahramandan nefret edersek öyküyü anlatmak kolaylaşır. Nihayetinde hepimiz insanız!

Alman öykü yazarı Bertolt Brecht’in klasik oyunu olan Galileo’nun Yaşamı’nda, Katolik Kilisesi'nin baskısı yüzünden muazzam bulgularını geri çeken Galileo’yu eski bir öğrencisi ziyaret eder. Galileo Andrea’ya kendi defterlerini verir ve ondan, defterlerin içerdiği bilgileri yaymasını ister. Andrea buna çok sevinir ve der ki; “Mutsuzluk, üzerinde kahraman yeşermeyen bir topraktır”. Galileo onu düzeltir: “Mutsuzluk, bir kahramana ihtiyaç duyan topraktır."

İyi işleyen bir topluluk kahramanlara ihtiyaç duymaz. Korkunç bazı dürtüleri denetim altında tutmanın yolu anti-kahramanları yerlerinden edip, yerlerine iyi insanlar koymak değildir. Ne yazık ki kurgularda ve kitle iletişim araçlarının haberlerinde öykü anlatıcılığı kahraman/anti-kahraman öykücülüğüne sıkışıp kalmıştır. Game of Thrones’un orijinal gidişatından son sezonda kopması yazık olmuştur. Bir sürü kurum inşasının ve motivasyon değişikliğinin gerektiği bu tarihî anlarda (teknolojik zorlukları, iklim değişikliğini, eşitsizliği ve sorumluluklarımızı bir düşünün), edinebileceğimiz bütün sosyolojik imgeleme ihtiyacımız var. Fantastik ejderhalar olsun veya olmasın, bu dizinin en azından güzel gittiği sezonlar boyunca bizi bu yönde cesaretlendirmesi güzel bir deneyimdi.

***

Yasal Uyarı: Bu yazı ilk olarak, orijinal dili İngilizce olarak Scientific American dergisinde yayınlanmıştır. Scientific American dergisinin izniyle, Türkçe olarak Evrim Ağacı'nda yayınlanmaktadır. Evrim Ağacı'nın diğer yazılarının aksine, bu yazı yazar ve editörlerden yazılı izin almaksızın kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
SON DAKİKA