YAŞAMAK DA BİR SANATTIR ASLINDA
Hatice İNTAÇ
04 Eylül 2019 Çarşamba 12:38
Eski öğretilere göre yeryüzü, büyük bir ilahi varlığın gelişmek ve kendini gerçekleştirmek için kullandığı bir alandır. Her kültür ve uygarlık bu varlığın bütünlüğünün bir parçasını, yeni bir görünüşünü yansıtır. Kültürün oluşumunda ilahi bir varlığın etkilerinin yanı sıra dünyada meydana gelen hareketlerin ve insan unsurunun da büyük rolü vardır ki bu da, evrimin yeniliğe açık ve kendi kendini düzenleyen bir süreç olduğu anlamına gelir.
Dünya beş milyar yaşında… Ancak dünya üzerinde insanlığın tarihinin ne zaman başladığı üzerinde hâlâ büyük tartışmalar vardır. Bazı araştırmacılar insanın dünya üzerinde varoluşunu birkaç bin yıl olarak, bazıları da milyonlarca yıl olarak savunmaktadırlar. Örneğin efsane şehir diye anılan Atlantis’in(*) gerçekte var olup olmadığı konusu hâlâ aydınlatılmış değildir. Ancak dünyanın yaşı ve ilk insanın türeyişinden çok bizi ilgilendirmesi gereken şey, insanlığın bütün olarak ilerleyişi olmalıdır.
Bazılarımız kabullenmekte zorlansak da, içinde yaşadığımız gezegen de tıpkı bizim gibi yaşayan bir varlık. Nefes alıp veren, hisleri ve kalbi olan bir varlık… Soluduğumuz hava, mevsimler, denizlerdeki gelgitler, gündönümleri ve ekinokslar, (gece ile gündüzün eşitlendiği zamanlar) bitkilerin mevsimlere göre dağılışları düşünüldüğünde bunun doğru bir kavram olduğunu anlamak o kadar da zor değildir. Bir deyiş vardır, der ki: “Tanrı, taşların içinde uyur, bitkilerin içinde düş görür, hayvanların içinde hareket eder ve insanlığın içinde uyanır.” Hepimiz dünyadaki hareketin, bilincin zaman içinde gelişiminin birer parçasıyız aslında.
Bitkilerin bile ortak bir vücutları olan ve hissedebilen varlıklar olduğu deneyler sonucu ispatlanmıştır. Yapılan deneylerde bir bitkiye zararlı bir düşünce yöneltildiğinde elektriksel hareketlerinin arttığı hayretler içinde gözlemlenmiştir. Hayvanlarda ise ortak olan bir “sürü” içgüdüsü vardır. Göç eden kuşların gökyüzünde kafilelerle süzülüşünü görmeyenimiz yoktur. Adeta programlanmışçasına düzgün bir daire oluşturarak yönlerini bulurlar. Oysa insan, bir bütün olarak ve tek başına var olabilen bir varlıktır. Çünkü insan bilincinin yaratılış şeması içinde “farkındalık” gibi eşsiz bir yeri vardır. Her birimizin bir bedeni, bir ruhu, duyguları ve aklı vardır. İnsan, kendi kendine yeten, yapmak istediğini seçebilme iradesi olan bir bilince sahiptir. Bir ruhu vardır. Bu ruh, kendi içi ile bağlantı kurmasını, bir kişilik kazanmasını ve yeryüzünde bir amaç edinmesini sağlar.
Hayatta, hem kendi iç dünyamızdaki yolculuğa hem de dünyanın dönüşüm sürecindeki yerimize uygun bir konum elde etmek aslında bir sanattır. İnsanın diğer varlıklardan farklı olarak sahip olduğu üç unsur vardır ki onlar da, irade, sevgi ve inançtır. Bu üç unsur adeta ayrılmaz bir üçgen gibidirler. İdeal insan, bu üçgen çerçevesinde ve birçok yaşantının bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilir. İnsan kendi kökleriyle ilişki kurduğunda, buradan kendisine doğru bir yaratıcı gücün ve ilhamın yayıldığını hisseder. Bir kültür ancak irade, sevgi ve inanç üçlemesini içine sindirdiği ölçüde dünyaya uyum ve güzellik sunabilir. Bu amaçtan uzaklaşan toplumlardaysa ancak kaos yaşanır.
Bütün dinlerde ve kültürlerde varoluşun ve yaşamın anlamını bulma arayışı vardır. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde olsalar da tüm insanlarda ayni arayış vardır. Farkında olmasak da bu arayış aslında, kişiliğin yeryüzünde ruhu bulma arayışıdır.
Yıllar önce “Da Vinci Şifresi” diye dünyada çok yankı uyandıran hatta kiliseyi çok tedirgin eden Dan Brown’un yazdığı bir kitap okumuştum. Eserin ana konusu “kutsal kâse” nin aranmasıydı. Kâse, tüm çabalara rağmen bulunamıyordu. Bu kasenin somut bir şey mi yoksa bilinci simgeleyen bir sembol mu olduğu bilinmez. Ünlü antropolog ve araştırmacı Joseph Campbelle, kâsenin, yüksek spiritüel bir değerin sembolü olduğunu ve ona ulaşmak için bütün enerjimizi ve yüreğimizi ortaya koyarak arayışa katılmamız gerektiğini söyler. Ona göre bu arayış, içinde yaşadığımız toplumsal çıkmazda içimizden gelen sesin bize işaret ettiği yolu takip etmektir. Kâseyi gökte ve yerde değil, ancak kendi içimizde bulabiliriz. Bu da demek oluyor ki, durmadan arayıp durduğumuz bir şey aslında yanı başımızda olabilir. Ama bunu kavramak da ancak, uzun ve meşakkatli yollar kat etmekle mümkündür.
******
(*) Atlantis efsanesi benim o kadar ilgimi çeken bir konuydu ki, bu konuyla ilgili kitabı bir solukta okumuştum. Okumayanlara tavsiyemle birlikte, kitapla ilgili kısa bir özetin de yararlı olacağını düşünüyorum.
Efsaneye göre ilk insan asırlar önce Atlantis ve Mu diye anılan kara parçalarında türemiş. Yine efsaneye göre bu insanlar zamanımızda bile hâlâ ulaşılamamış kültür seviyesine ve teknolojiye sahiplermiş. Aralarında hiç geçimsizlik yokmuş. Gül gibi yaşayıp gidiyorlarmış!.Tıpkı çocukken dinlediğimiz tatlı ve huzur verici masallardaki gibi!.. Bu nedenden olsa gerek ki o zamana “Altın çağ” denmiş. Sonradan onlar da ihtiraslarına yenilmişler, kötülükler başlamış; Tanrı da onları cezalandırmış, “ tufan” olmuş ve bu kara parçaları suların altında kalmış. Son zamanlarda okyanuslarda bu kıtaların gerçekten var olup olmadığı konusunda araştırmalar yoğunlaşmış ve sayısız kitap yazılmıştır. Kimbilir?.. Belki de gerçekten bu insanlar asırlar önce dünyamızda yaşamışlardı. Gerçek da olsa, masal da olsa güzel… Deniliyor ki Atlantis ve Mu’da yaşamış olan o güzel insanlar gibiler yaşayacakmış kıyametten sonra dünyada ve yeniden bir “Altın çağ” başlayacakmış.Eğer öyleyse şu kıyamet bir an önce kopsa da herkes hak ettiğini bulsa ya!..
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2014 Detay Kıbrıs
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.