YAĞMUR VE KARGALAR
Hatice İNTAÇ
14 Aralık 2014 Pazar 23:58
Oldum olası günün yavaş yavaş ağarışını, gecenin binbir düşüncesinden sonra tan vaktiyle müjdelenen sabahı karşılamayı severim; hele yağmurla gelen sabahları… Dünyadaki en güzel seslerden biri belki de yağmur sesi, fakat bu hafta içinde şiddetli gök gürültülerinin eşlik ettiği sağanak, nedense bu duygularıma biraz da olsa gölge düşürdü. Yanlış anlaşılmasın, yağmur ve gök gürültüleri değildi buna sebep. Ardından gelecek felâketlerdi. Nitekim öyle de oldu. Lefkoşa’nın bazı bölgeleri sular altında kaldı. Yollar, sokaklar hayatı felce uğratacak şekilde çamur deryasına döndü. Suçu yağmura mı yükleyelim şimdi?.. Yapmadığımız şey de değil hani!.. Kendimizi temize çıkarmak için her zaman bir suçlu aramaya meylimiz vardır. Geçmiş yıllarda da ayni olaylar yaşandı. Biz bu filmi kaç kezdir görüyoruz da bıkmadık nedense yeniden seyretmekten. Yetkililerimiz yumurta kapıya dayanmadan ne yazık ki derin uykularından ve tatlı iktidar olma rüyalarından uyanamıyorlar. Kışın ortasındayız ve yağmur dilediğince yağacak. İster usul usul ister bardaktan boşanırcasına. Bu bir tabiat kuralı ve onun yağış şeklini, metre kareye düşen su miktarını ne yazık ki mazeret olarak göstermeye hakkımız yok. Hâlâ taşla, toprakla ve çöplerle dolu olan dere yatakları yaz boyunca temizlenmiyorsa, sel baskınlarını önleyecek alt yapıya sahip değilsek; bu ne yağmurun ne de mağdur olan vatandaşın suçudur. Kaldı ki mağduriyetlerimiz sadece bunlarla da sınırlı değil. Ne zaman gök gürlese, yağmur yağsa akabinde elektrikler kesiliyor. Saatlerce gelmiyor. Elektrikli cihazlar bozuluyor. Kışın ortasında insanlar battaniyelere sarınıp ısınmaya çalışıyor. Bu çağda bize sundukları bu ilkellik için yoksa memleketi sözüm ona idare edenlere teşekkür de mi etmeliyiz? Tüm bunların sorumlusu seçim zamanı binbir vaadle insanımızı kandıranlar ve sandalyelerine oturduktan sonra herşeyi unutanlar değil midir? Daha ne zamana kadar yalanlarına kanacağız.Bu saygısızlıklara daha ne kadar katlanacağız?.. Bazılarımız kabullenmekte zorlansak da, içinde yaşadığımız gezegen de tıpkı bizim gibi yaşayan bir varlık. Nefes alıp veren, hisleri ve kalbi olan bir varlık… Soluduğumuz hava, mevsimler, denizlerdeki gelgitler, gündönümleri ve ekinokslar, bitkilerin mevsimlere göre dağılışları düşünüldüğünde bunun doğru bir kavram olduğunu anlamak o kadar da zor değildir. Her ne kadar son zamanlarda dünya bir evrim geçirse de, iklimlerde değişiklikler olsa da doğa her zaman dengesini korumayı biliyor. Nedense biz insanlar bunu pek beceremiyoruz. ***** Zaman ne çabuk geçiyor… Bir yılı daha bitirmek üzereyiz. Aralık ayında olmamıza rağmen ben hâlâ Ahmet Haşim’in “Eylül” ündeyim. “Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları, bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları..” diyen dizelerinde geziniyorum son birkaç gündür. O Kanlıca’yı hatırlamış; ben Baf’ı hatırlıyorum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerleri… O zamanlara ait insanlarımı… Saf ve riyasız dostluklarımı, kerpiçten yapılmış evimizi, annemin pişirdiği katmerin kokusunu, babamın beni çağıran gür sesini, komşu çocuklarla saklambaç oynadığımız o kaygısız günleri özlüyorum. Hele sabahın erken saatlerinde karga sesleriyle uyanmak beni daha çok o günlere taşıyor. Onlarla ilgili hiç unutamadığım bir anımı hatırlatıyor. Onu sizlerle paylaşmak belki de sel baskınlarıyla ilgili gerginliğimizi az da olsa yatıştırır diye düşünüyorum. Çok uzun yıllar önceydi. Henüz İlkokula gidiyordum. Ablam öğretmen kolejini bitirmiş çiçeği burnunda bir öğretmendi. O yıllar yeni öğretmenleri kasabalara değil köylere tayin ediyorlardı genellikle. Ablamı da Antroligu (Gündoğdu) köyüne atamışlardı. Daha önce ailenin hiç bilmediği bir yerdi orası. Yerini haritadan bulmuştuk. İstese de istemese de o köye gitmek zorundaydı. Esasen o mesleğini çok seven biriydi, adeta âşıktı öğretmenliğe. (Nitekim emekliliğine kadar çok başarılı bir öğretmen olarak ün yaptı, başarılı nesiller yetiştirdi.) Ama oraya yalnız gitmesi de mümkün değildi. Daha çok gençti ve orası hiç bilmediği bir yerdi. Annemin onunla gitmesi olanaksızdı çünkü diğer kardeşlerim vardı, babam vardı onları bırakamazdı. En münasibi evin en küçüğü olan ve ilkokul öğrencisi olan benim gitmemdi. Karar verilmişti ve esasen ablama çok düşkün bir çocuk olduğumdan önceleri bu karar hoşuma bile gitmişti. Hasret, özlem daha o günlerden kaderim olmuştu ve bu ömrüm boyunca da sürdü sonraları. Köye gittik. Annem de bizimle geldi. Bir hafta kadar kaldı. Bizi öğretmen evine yerleştirdi ve döndü. Evimiz bademlik bir tarlanın içindeydi. İki odalı, şirin bir evdi. İlk günler herşey güzeldi, değişikti. Yeni okuluma başlamış yeni arkadaşlar edinmiştim ama bir süre sonra annemi, kardeşlerimi, arkadaşlarımı özlemeye başladım. Ablam bana çok iyi bakıyordu ama ben Baf’ı ( Baf kasabası) özellikle de annemi istiyordum. Köyün tek otobüsü vardı. Otobüs şoförü komşumuzdu. Çocukları ile akrandık ve beni çok seviyorlardı. Her gün sabahın alacakaranlığında köyden işçileri Poli’ye götürürdü. Akşam üzeri de köye dönerdi yolcularıyla. Ablam beni teselli etmek için annemin geleceğini söylerdi her gün. İnanırdım ve her akşamüstü evin bahçesinde olan bir badem kütüğünün üzerine oturur Aras soförün annemi getirmesini beklerdim. Aras getirirdi yolcuları ama annem otobüste olmazdı. Ağlama faslım başlardı o zaman. Karanlık basana kadar o kütüğün üstünde ağlardım. Ağlarken bir yandan da “ Ah Aras yine getirmedin annemi, kandırdın beni” diye adeta ağıt yakardım. Ablam ve komşular o zamanlar çok üzülürler, ama annem geldiği zaman da taklidimi yapmaktan geri kalmazlardı. Ben de gülerdim çünkü annem yanımdaydı. Sonra yine giderdi. Gitmek zorundaydı ve ben yine ayni moda girerdim bir zaman sonra. Kargalardan nerelere geldik daha doğrusu nerelere gittik diyeceksiniz ama o günleri özetlemeden karga konusuna giremezdim ki… Doğaya düşkündüm o zamanlarda da. Kedi, köpek, kuş hele atları çok severdim. Esasen doğanın içinde büyümüştüm. Konu komşu da bunu fark etmiş olacak ki bir gün bir ayakkabı kutusunun içinde bana bir kuş getirdiler. Merak ve sevinçle açtım kutuyu. O da neydi?.. Ben kutudan küçük bir kuş çıkacağını sanırken simsiyah bir karga yavrusu çıkmıştı. Kargaları bilirdim, bahçemizde hep görürdüm de evde onu ne yapacaktım? Neyse komşular anlattılar. Uçup kaçmasın diye kanat uçlarını kestiler. Hatta konuşabileceğini de söylediler. Uzatmayayım sonuçta ben kargamı çok sevdim. O da bana çok alıştı. Okuldan eve sevinçle geliyordum artık. Kargacığım peşimde dolaşıyor, nereye gidersem beni takip ediyordu. Birbirimize çok alışmıştık. Eskisi gibi ağlamıyordum artık. En iyi arkadaşım olmuştu o. Nihayet yaz geldi. Okullar tatile girdi. Ablamla ben Baf’a gideceğimiz için çok sevinçliydik. Annem de bizi toparlamak için köye geldi. Evde sevinçli bir telaş başladı. Nihayet son gün geldi. Bir akrabamız arabasıyla gelip bizi alacaktı. Onu beklerken ben kargamı hazırlıyordum yolculuk için. Yine bir ayakkabı kutusunda, kucağımda götürecektim onu evimize. Yol uzundu ve o kutuda acıkabilir diye düşündüm. Meyveyi çok seviyordu. Bir gün önce de sağ olsun komşular bir sepet dolusu zerdali getirmişlerdi bize. En güzeli kargacığa onlardan yedirmekti diye düşündüm ve olgun bir taneden ağzına bir parçacık koydum. Elim kırılsaydı!.. Hayvancığımın gözleri büyüdü, medet umar gibi bana dikilen o gözler bugün bile içimi acıtıyor. Verdiğim zerdali parçası boğazında kalmıştı, yutamıyordu. Elimle itmeye çalıştım, olmadı. Feryat figan anneme, ablama koştum onlar da uğraştı ama başaramadık. Avuçlarımda öldü. Onu beraberimde götürmek kısmet olmadı. Bu yüzden bir ağrı, bir acıdır içimde kargalar. Sonraları da kargalar ve daha birçok kuş türleri besledim. Ama o kargacığımı ve o günü hiç unutmadım.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2014 Detay Kıbrıs
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.