ÜMİTSİZİZ AMA ÜMİT DE BİZİZ.
Ayşegül Garabli
24 Aralık 2018 Pazartesi 08:30
Son zamanlarda insanlara bilinçli bir şekilde yaşatılan ümitsizlik ve çaresizlik duygusu beni yıllar önce yaşadığım bir olaya götürdü.
Aradan kaç yıl geçti hatırlamıyorum ama olay dün gibi aklımda.
Sorunlu bir öğrencimizin ailesi ile görüşmek üzere birkaç öğretmen arkadaşımla birlikte öğrencimizin evinin bulunduğu köye gitmiştik. Çok üzücü bir manzara ile karşılaştık.
Çocuğun annesinin yüzünde ve kollarının gözüken yerlerinde morluklar vardı. Biz çocuğun okuldaki durumunu anlatınca anne de tedirgin tavırları ile hem ağlıyor hem de bizimle yaşadıklarını paylaşıyordu. Eşi hem O’nu hem de çocuklarını dövüyormuş ve günlerce aç kaldıkları oluyormuş.
Anne, babanın zaten az olan gelirlerini alkole verdiğini ve bütün bunları da alkolün etkisi ile yaptığını söylüyordu. Bu yüzden çocuklarının isyankar olduğunu anlatıp ana yüreği ile çocuklarının aslında çok iyi çocuklar olduğunu savunuyordu.
Arkadaşımızın neden hala bu adamla yaşadığını sorması üzerine de çaresiz olduğunu kadın hali ile bir şey yapamayacağını ve babasının evinde de durumun farklı olmadığını söylüyordu.
Yani çaresizlik ve itaat baba evindeyken öğretilmişti. Karşı çıkarsa ya rencide edilecek ya dövülecek ya da hiçbir şey yapamayacaktı.
Peki bu hükümetin ve bundan önceki hükümetlerin, emekçileri her hak arayışında toplum önünde rencide etmesi ve ben yaparım olur mantığı ile empoze etmeye çalıştığı çaresizliğin bu kadına öğretilen çaresizlikten farkı ne?
1800’ lü yıllarda bir grup kadının ABD’nin New York kentinde başlattığı ve uğruna 129 kadının bir Coton fabrikasında yanarak can verdiği hak arayışı mücadelesi hiçbir hakkın altın tepside veya güller içinde sunulmadığının en güzel örneğidir. 1800 ‘lü yıllardaki bu mücadelenin sonucu bugün kadınlar Meclis Başkanı , Bakan ,Öğretmen v.s olabiliyor ve çaresiz kadın sayısı yok denecek kadar azalıyorsa; Biz anne ve babaların, özellikle de öğretmenlerin, hak arama mücadelelerimizde “toplum bizi yanlış anlayacak”, “karşımızda duracak” endişeleri ile korkma ve “zaten bir şey değişmez” çaresizliğini kabul etme lüksü var mı?
Çocuklarımıza ölümü, işsizliği, göçü reva görme hakkımız var mı?
Özellikle öğretmenlerin ve aydınların görevi tüm zorluklara rağmen hak aramanın demokrasinin bir gereği olduğunu halka anlatmak ve yüreklendirmek mi ; Yoksa bize öğretilen çaresizlik ve ümitsizlikle her söyleneni kabul edip itaat etmek mi?
Bizim görevimiz, ne istediğini bilen ve hakkını arayabilen nesiller yetiştirmek mi; Yoksa susarak çocuklarımıza susmayı ve itaat etmeyi öğretmek mi?
Bizim görevimiz, gelecek nesillere onurlu ve sağlıklı bir yaşam bırakmak mı? Yoksa onursuz bir yaşama razı olarak , çocuklarımızın geleceğini kendi ellerimizle çalmak mı?
Her gün toprağa çocuklarımızı gömmek mi?
Ne de güzel söylemiş Üstün Dökmen Hocam; “Siz çocuklarınızı terbiye etmekle uğraşmayın, en sonunda size benzeyecekler. O yüzden kendinizi terbiye edin” diye.
O yüzden;
Bizim görevimiz çaresiz ve ümitsiz olmak değil çaresizliklere ümit olmaktır.
Ümitsiziz ama unutmamalıyız ki ümit de biziz
Çünkü biz, anayız, babayız ve halkız.
Acısıyla, tatlısıyla bu topraklarda yaşayanız.
Bu topraklarda evlat büyütenleriz.
Ne umutsuz olma ne de çaresizliği kabullenme lüksümüz yok bizim.
Evlatlarımızı bizden başkası daha fazla düşünemez / düşünmez.
Evlatlarımızın acısına da bizden daha fazla yanan olmaz / olamaz.
Birinin çocuğumuza sesini yükseltmesine bile tahammülümüz yoksa, onun geleceğinin karartılmasına da tahammülümüz olmamalı.
Biz ne mi yapabiliriz?
Hele bir çocuğumuzun zehirlenerek yavaş yavaş elimizden alındığını hayal edelim, göç edip bizi hasrete boğduğunu hayal edelim, duygularımız bize nasıl ve kime feryat edeceğimizi söyler.
Yeter ki hissedelim.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2014 Detay Kıbrıs
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.