Kaza, başta Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya olmak üzere çok geniş coğrafyada çevreyi ve insan sağlığını etkiledi. İlk belirlemelerde, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 4 bin, diğer bağımsız kuruluşların verilerine göre ise 200 bin kişi yaşamını kaybetti. Sakat doğumlar ve büyüme bozuklukları Ukrayna’da %230, Beyaz Rusya’da ise %180 arttı. Tiroid kanseri vakaları ciddi boyutta arttı.
Bunun yanında İtalya’nın yarısı kadar bir alan (yaklaşık 150.000 km2) kirlenip, Danimarka’dan biraz daha büyük tarımsal alan da (yaklaşık 52.000 km2) harap oldu. Beyaz Rusya’da ortalama yaşam süresi 74 yıldan 58 yıla indi.
Felaketin boyutları öyle büyük ve yayılmış durumda ki etkileri halen devam etmekte. BM Eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Temmuz 2014’deki açıklaması; Belarus’ta, Ukrayna’da ve Rusya Federasyonu’nda en az 3 milyon çocuğun (Çernobil kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi görmesi gerektiğini, meydana gelen ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin tam sayısını, 2016’dan önce öğrenemeyeceğimizi ortaya koyuyor.
Yaklaşık 400.000 insan yeniden yerleşime tabi tutulmuş olmasına rağmen toplam 6 milyon insan halen radyasyondan etkilenmiş alanlarda yaşamaya devam ediyor. Çernobil felaketinden doğrudan etkilenen üç ülke, felaketin sürüp giden etkileriyle baş edebilmek için milyonlarca dolar harcamak zorunda kaldığından bölge ekonomileri halen durgunlukta.
DİĞER ÖRNEK FUKUŞİMA
Bizim ülkemizde de, mevcut iktidar tarafından ancak tüp gaz ile kıyaslanacak kadar ciddiye alınan ve ucuz olduğu iddia edilen nükleer enerjinin, olası bir kaza halinde ne gibi sonuçlara ve maliyetlere yol açacağının diğer bir örneği; 11 Mart 2011 tarihinde, deprem gibi doğal afetlere en hazırlıklı ve teknolojisi en gelişmiş ülkeler arasında kabul edilen Japonya’nın, Fukuşima Daiichi nükleer santralinde yaşandı.
Kaza anında 6 reaktöründen 3’ü çalışır durumdaki santral, deprem ve tsunaminin etkisiyle sular altında kaldı, elektrik sisteminde arıza yaşandı. Bu gelişmeler, santralin soğutma sistemini de devre dışı bıraktı, reaktörlerde kısmi erime ve patlamalar yaşandı. Fukuşima’dan sızan radyasyon; toprağı, deniz suyunu, ağaçları, tarım ürünlerini geri dönülmez biçimde kirletti ve yaklaşık 200,000 insanın göç etmesine neden oldu.
Başlangıçta, felaketin boyutu Japon halkından ve uluslararası kamuoyundan gizlenmeye çalışıldı. Önceleri INES ölçeğine göre (Uluslararası Nükleer Kaza Ölçeği: International Nuclear Event Scale) 4 olarak açıklanmasına karşın, olayın gelişmesi ve uluslararası tepkiler sonrasında, en yüksek seviye olan 7 seviyesine erişildiği kabul edildi ve böylece Çernobil ile eşdeğer bir kaza olarak tarihe geçti.
Bunun üzerine başta Almanya olmak üzere birçok ülke nükleer santrallerini aşamalı olarak kapatma ve enerji politikalarını yeniden gözden geçirme kararı aldı. Fukuşima’da yapılan tüm çalışmalara rağmen, radyoaktif atıkların halen okyanus suyuna karıştığı biliniyor. Bunun son kanıtı; nükleer kazadan dört yıl sonra ilk kez Kuzey Amerika kıyılarında radyoaktif belirtiler tespit edilmesi oldu. Kanada’nın British Columbia eyaleti açıklarında Pasifik Okyanusu’ndan şubat ayında alınan örneklerin incelenmesi neticesinde radyoaktif ‘Sezyum 134′ tespit edildi. InFORM adlı bilim ağının internet sitesinde yayınlanan raporda, bulunan ‘Sezyum 134′ izotopunun, 11 Mart 2011’de Fukuşima’daki nükleer felaket sonrası ortaya çıkan karakteristik bir nüklit madde olduğu belirtildi.
TÜRKİYE VE NÜKLEER
Ülkemizde bu günlerde nükleer gündemi oldukça yoğun. Tayyip Erdoğan ve ekibi Mersin Akkuyu’dan sonra Sinop’ta da nükleer santral yapımını başlatmak için adımlarını hızlandırdı. Türkiye-Japonya nükleer işbirliği anlaşması, 31 Mart’ta tüm Türkiye’yi kapsayan elektrik kesintisinin hemen ardından, AKP’nin birçok tartışmalı yasa ve kanun hükmünde kararnamelerde yaptığı gibi TBMM kapanmadan bir gün önce gece yarısı operasyonuyla yürürlüğe girdi. Yapılan oylamada 191 milletvekili oy kullandı. 10 ret oyuna karşı 181 evet oyu ile tasarı kanunlaştı.
Ucuz, temiz enerji diye pazarlanmaya çalışılan nükleer enerjinin; çok yüksek ilk yatırım maliyetleri ve hâlâ çözülemeyen, çözüleceğine dair bir umut ışığı da barındırmayan atık sorunu gibi konular, AKP hükümetinin neden böyle bir gece yarısı operasyonuna daha ihtiyaç duyduğunu ortaya koydu.
Nükleer enerjinin hiç de ucuz olmadığına dair en iyi örnek; aynı ülkemizde yapıldığı gibi Rus gazına bağımlılığı azaltacak iddiasıyla inşaatına 2005’te başlanan Finlandiya’daki Olkiluoto-3 reaktörü. Yapımcı Areva-Siemens konsorsiyumu, yaptığı açıklamada reaktörün en erken 2018 yılında devreye girebileceğini kabul etti. İnşaata başlandığında reaktörün 2009 yılında elektrik üreteceği söyleniyordu. Dünyadaki en gelişmiş nükleer reaktör diye tanıtılan Avrupa Basınçlı Su Reaktörü’nün (EPR) maliyeti de dudak uçuklatıyor. 1600 megavatlık (MW) reaktörün maliyetinin 3,2 milyardan 8,5 milyar avroya çıkması bekleniyor. Bu tahmin, reaktörün yapımını üstelenen Areva’nın Yönetim Kurulu Başkanı Luc Oursel’e ait ve iki yıl öncesine dayanıyor. Olkiluoto-3 reaktörün siparişini veren TVO firmasının başı da hem artan maliyet hem de tazminat davalarıyla ciddi anlamda dertte.
Atık sorunu ise ayrı bir muamma. Bugüne kadar hiçbir ülke nükleer atıkların nihai depolanması konusuna toplum tarafından kabul gören bir çözüm getirmeyi başaramadı. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) verilerine göre her yıl dünya genelinde 2,8 milyon metreküp radyoaktif atık oluşuyor. Nükleer enerji kullanımının yaygınlaşmasıyla bu sorun daha da büyüyecek. Radyoaktif atıkların ara depolaması veya nihai depolanmasının getirdiği dev maliyet enerji bedeline dahil edilmediği için doğrudan tüketiciye yansıtıkıp, tümüyle topluma yükleniyor.
Tüm bu sorunlar ışığında, 14 Nisan’da Akkuyu NGS’nin temeli tartışmalı bir şekilde atıldı. Bir yanda enerji bakanı Taner Yıldız’ın nükleer enerji güzellemeleri, diğer yanda oraya yaşam hakkını savunmak, nükleeri protesto etmek için giden halkın üzerine tomalardan sıkılan sular eşliğinde. En önemlisi de, Akkuyu NGS ÇED Raporunu hazırlayan nükleer enerji mühendislerinin, raporların bakanlığa sunulduğu tarihlerde ÇED Mühendislik firmasında çalışmadığının anlaşılması üzerine açılan davaların sonucu dahi beklenmeden.
Tayyip Erdoğan da çıkıp, büyük usta Nâzım’ın “şimdi 3’üncüden bahsediyor Amerikan doları” dizelerinde dediği gibi, İğneada’ya 3. santrali yapmaktan söz etmeye başladı bile.
NÜKLEER ISRARININ SEBEBİ NE?
Peki, bu derece büyük riskler ve soru işaretleri içeren bir projede AKP hükümetinin bu kadar acele ve ısrar etmesinin altında başka gerekçeler de aramak gerekmiyor mu?
AKP’nin, özellikle seçim dönemleri öncesinde, seçmen kitlesini ve medyayı manipüle etmek için kullandığı belli başlı siyasi manevraları var. Bunun da dayandığı temel söylem; “Güçlü, büyük Türkiye” vurgusu. İç siyasette kullandığı argümanlar ise, ya akıl sağlığını bozacak düzeyde, bilimi, çevreyi, yasaları hiçe sayan çılgın projeleri ya da dünyada, özellikle Fukuşima kazasından sonra güvenilirliği iyice sarsılan ve geleceğe dönük büyük riskler, tehlikeler taşıyan nükleer santral gibi projeler.
Elbette bu projeler salt arkasında oy kaygısı taşıyan söylemler sonucu ortaya çıkmıyor. Ekonomistlerin son yıllarda ve AKP iktidarı dönemi değerlendirmelerinde vurguladıkları gibi, Türkiye ekonomisinin dayandığı en büyük iki ana başlık; inşaat sektörü ve yabancı yatırımlar. Bu bağlamda bakıldığında, Akkuyu NGS bu tespiti doğrular nitelikte bir proje. Her ne kadar tamamıyla Rus sermayesi (Akkuyu Nükleer A.Ş’yi oluşturan şirketler içerisinde Rusya Devlet Nükleer Şirketi bünyesinde kurulan ‘CJSC Rusatom Overseas’, yüzde 74,915 oranındaki hissesiyle başı çekiyor. Bir başka Rus şirketi olan ‘OJSC Concern’ ise yüzde 21’lik hisseyle ikinci büyük ortak. Geri kalan hiseler de JSC Atomstroyexport, JSC Atomenergoremont ve JSC Atomtechenergo gibi Rus ve Avustralya ortaklı şirketler arasında paylaşılıyor) ve teknolojisiyle gerçekleşecek olsa dA kurulum aşamalarında yapılması gerekli bazı inşaat ve altyapı işleri yurtiçindeki firmalara da bir kÂr kapısı sağlıyor.
Elbette bu tarz ihaleleri alabilmeniz için belli başlı yandaşlık kriterlerini yerine getirmeniz gerekiyor. Nitekim geçtiğimiz günlerde Akkuyu NGS deniz hidroteknik yapılarının anahtar teslimi projelendirilmesi ve inşası işlerini 3. Havalimanı ihalesinin de kazananlarından olan ve AKP döneminde sermayesini önemli ölçüde arttıran Cengiz İnşaat aldı. Şirket aynı zamanda Mehmet Cengiz’in 17-25 Aralık operasyonları sırasında millete alenen küfreden ses kaydı ile de tanınıyor.
YİNE 'BÜYÜYEN TÜRKİYE' YALANI
Kapitalizm, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ekonomik olarak sürekli bir büyüme ve sermaye artışını şimdilik AKP eliyle sürdürmek zorunda. Bunu yapmadığı sürece insanlığın, yani toplumun tüm kesimlerinin her anlamda gelişmesi için verebileceği bir katkı kalmadı. Her ne kadar, düzenin özellikle işçi sınıfı nezdinde bir inandırıcılığı kalmasa da, yaptığı tüm tahribatlarda insanlığa sahte bir umut yanılsaması sunması da şart. Bunu da gerçekleştirmenin en kolay yolu, milliyetçi ve dini söylemleri ön plana çıkartmak.
Sayısal anlamda nükleer santralin gerekliliğini kanıtlamak için vurguladıkları en önemli söylem, sözde büyüyen Türkiye’nin gelecekteki enerji ihtiyacı. Bunun gerçekte hiç de öyle olmadığını, EMO raporlarına ve TEİAŞ verilerine bakarak rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
Gazeteci Özgür Gürbüz bunu şöyle özetliyor; “TEİAŞ 2014 yılında açıkladığı yeni projeksiyonda, 2020 için talep tahminini 333 milyar kWs'e düşürdü. Yani, Türkiye'nin 2020 yılındaki elektrik ihtiyacı yaklaşık 65 milyar kWs azaldı. Bu rakam Akkuyu'nun yıllık üretiminin (35 milyar kWs) iki katı! Bırakın Akkuyu'yu, Sinop'ta yapılacak eş güçteki nükleer santrala de gerek kalmadı. Türkiye'de ekonomi yavaşladı, tüketime dayalı modelin yarattığı, üretimden çok israfa giden elektrik artışı da birkaç yıl önce tarih oldu. Yılda yüzde 7’lere yaklaşması beklenen talep artışının abartılmış olduğunu defalarca yazdık. TEİAŞ yeni projeksiyonunda bu oranları (hâlâ yüksek olsa da) yüzde 5’lere çekti. Zaman bizi haklı çıkardı.”
Geçtiğimiz günlerde, sıkça rastladığımız reklam filmi ise; yorganın altında el feneriyle ders çalışan bir çocuk görüntüleriyle başlıyor. "Birlikte hep daha ileri gitmeyi hedefledik, daha çok öğrenmek için, daha çok kazanmak için, daha güçlü olmak için, daha çok üretmek için" ifadelerinden sonra, ay yıldızlı milli takım forması giyen bir atletin birincilik görüntüleriyle devam ediyor
Reklamın en çarpıcı sahnelerinden biri de bisikletinin tekerleğine bağladığı masum dinamo ile ürettiği elektrikle ampulü yakan bir çocuğun görüntüleri. İzleyiciye, "Türkiye tarihinin en büyük yatırımını gerçekleştiriyor, enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtuluyor" iddiasını aktaran reklam filmi, bisiklete binen çocukların dar ve karanlık sokaklardan geçerek ışıltılı gökdelenlerin arasından ülkeyi geleceğe bağlayan köprüden geleceğe ulaşma görüntüleri ve "bu gurur Türkiye'nin, bu yatırım hepimizin.” diyerek son buluyor.
Elektrik Mühendisleri Odası, reklamdaki bu ifadelerin gerçeği yansıtmadığını, aldatıcı ve toplumun bilgi eksikliğini istismar edici olduğunu, reklamın kamuoyunu yanlış bilgilendirdiği ve yönlendirdiği ekleyerek, 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Yasa‘ya açıkça aykırılık taşıdığını belirtiyor.
Özetle, AKP’nin iktidarı süresince Ortadoğu ağırlıklı dış politikada istediğini elde edemediği ve başlardaki dış desteği arkasında hissetmediği açık. Bunun yanında iç siyasette de, 2013 Haziranı’nda tepe noktasına ulaşan halk isyanı ve yolsuzluk skandallarından sonra kendi tabanını konsolide etmek için kullanabileceği araçlar da iyice azalmış durumda. Bu yüzden de “Güçlü, büyük Türkiye” söylemleri eşliğinde nükleer enerji gibi kritik projelere hız vererek seçime girme niyetinde. Ne yazık ki o reklamda bisiklet dinamosuyla elektrik üreten çocuk için hiç de parlak olmayan bir gelecek projeksiyonu var önümüzde. Bu karanlık geleceği sıfırlamak ve yeni bir gelecek üretmek ise sadece bizim ellerimizde.
(Damla Baytekin / SolHaber)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.