KAHVE TÜRK’ÜN DÜNYAYA HEDİYESİ
Mesut GÜNSEV
30 Nisan 2018 Pazartesi 09:00
Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler?
Taze elden taze pişmiş taze kahve tazeler.
Benim pek kahve kültürüm yoktu…Bizim evde daha çok çay içilir,zaten çocukluğumda yokluğu da çekilen kahve ya misafirlere ya da yemeklerden sonra eğer babamla ,annemin yeğeni İlhan ağabey birer kadeh parlatmışlarsa sıra kahveye gelirdi…Bu arada annem bizim evde içki içilmesine de izin vermezdi ama benim de örnek aldığım özendiğim ve aynı mesleği seçmemde büyük etkisi de olan Deniz Subayı Yüzbaşı İlhan ağabey (Amiral İlhan Aran )akademiyi kazanıp kurmay eğitimine başlayınca…Annem nereden duymuşsa kurmay adaylarının sivilde de takip edildiğini öğrenmiş ne olur ne olmaz “dışarıda içki içerken görülmesin “diye bazı akşamlar evde rakı içilmesine müsaade etmeye başlamıştı…Tabii babama da gün doğmuştu…
Benim Kıbrıs ta kahve ile ilk izlenimim ise 1974 barış harekatı sırasında profosyonel askerliğimde iki harekat arasında St. Hilariondaki komando ve mücahitlerle irtibat ve koordinasyon için bir keşif kolu ile yakınından geçtiğimiz Zeytinlik köyünde erkekleri cephede olan köydeki evinde kalan bir teyzenin soluklanmamız için su verdiği ve bir şey içmemiz için çok israr ettiğinde “sağolun ..o zaman bir çay alayım “dediğimde sevgili teyze merakla sormuştu…“Komutan hastasıın?”O zaman Kıbrıs’ ta sandığımızın aksine—İngiliz idaresinde kaldığından çay kültürü yerleştiğini sanıyorduk- Türk kahvesinin egemen olduğunun ayırdına varmıştım…O adını bile bilmediğim sevgili teyzem bize çay yapmış ve bana bir de elde yapılmış bir Türk bayrağı armağan etmişti..O küçük bayrak savaş sonuna kadar jipimizin telsiz anteninde dalgalanmış ,bize moral vermişti…1986 da tekrar görevle adaya geldiğimde aradım ama teyzeyi de evi de bulamadım…Çünkü ona o bayrağın şimdi tugay seviyesine yükseltilmiş ve 20 Temmuz 1974 şafağında Deniz Yarbay İbrahim Neşet İkiz komutasında Kıbrıs’a ilk çıkan birlik olan Amfibi Deniz Piyade Alayı’nın İzmir Foça’daki “Kıbrıs Barış Harekatı Müzesi”nde bir cam vitrinde hala gururla sergilendiğini söyleyemedim ne yazık ki..Aynı köyden yetişmiş Sevgili rahmetli hocamız Ali Nesim ‘in “Destine Teyze “diye bir öyküsünü okumuştum..O elleri öpülesi isimsiz güzel insan da benim “Destine Teyzem “ olarak kaldı…
Selam olsun…
Yıllar sonra tekrar Kıbrıs ‘a gelip bu adada da yaşamaya başladığımda artık iyi bir kahve tiryakisi olmamda her sabah büromda buluştuğumuz mümtaz insan,son Lefkoşa Serdarı ve bu günkü başbakanlığı yoktan kuran yıllarca da müsteşarlığını yapan kıymetli büyüğüm Aydın Samioğlu’nun da payı büyüktür…Ben direniş tarihimizin bu kahramanından merak ettiğim hususları sorar dinler,öğrenirdim.. Kahvelerimiz geldiğinde Aydın Sami komutan yanında gelen sudan bir damla üzerine döker ,öyle yudumlamaya başlardı…Meğer eskiden ,Osmanlıdan kalan bir alışkanlıkmış..Osmanlı; sıcak kahveye soğuk su katılınca şayet içine zehir konulmuşsa ,açığa çıkacağına inanırmış.Sayın Sami bir ara adada kahve yokluğu çekildiğini o zaman da sütlü –çay içiminin yaygınlaştığını da anlatmıştı..Ama Kıbrıs Türkü kahvesinden hiç vaz geçmedi .Ben de bazen gece uykumu kaçıracağını bile, bile günde bir kaç finvan Con veya Özerlat yuvarlamadan artık geçiremiyorum günü….
Uzun bir giriş oldu ,oysa sayfanın bu haftaki öyküsünün –yazısının sahibi sevgili candost araştırmacı-yazar Metin Silman…Sevgili Silman’ın geçtiğimiz günlerde yıllardır yayınını sürdüren Gazeteci-Yayıncı kardeşlerim Birol Bebek ve Gülsüm Gözenler’ in başarıyla yönettiği ZOOM ve GURME dergilerinden Gurme için kaleme aldığı KAHVE konulu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim:
“Herşey Etiyopya’da bir platoda başladı. Küçük bir keçi çobanı bazı keçilerin, bazı oğlakların yerlerinde duramadıklarını görüyordu. Öteki keçiler, öteki oğlaklar sakin sakin karınlarını doyuruyorken, bunlar hopluyorlar, zıplıyorlar, koşuyorlar, birbirleriyle sanki dans ediyorlardı. Küçük çoban ertesi gün başka bir otlaktaydı. Burada hayvanlarının tavırlarında hiç bir anormallik görülmüyordu. Üçüncü gün eski otlağa, yani platoya dönünce anormallikler yine başladı. Küçük çoban akşamleyin olayı ailesine anlatmaya çalıştıysa da kendisini dinleyen olmadı. Ama o kararını vermişti. Bu esrarengiz olayı çözüme kavuşturacak ve platonun sırrını öğrenecekti. Öyle de oldu. Genç çoban anormal davranan hayvanları izledi ve o güne kadar tanımadığı bir çalılıkta otlanırken gördü. Keçiler ve oğlaklar o çalılıkların hem yeşil yapraklarını hemde kızıl meyvelerini yiyorlar ve yedikçe de adeta kendilerinden geçiyorlardı.
Dayanamadı. O kızıl meyvelerden bir kaç tane koparıp ağzına attı. Meyvelerin tadı acayipti fakat pekte itici değildi. Birkaç taneyi çiğnedi, çekirdeklerini emdi ve yavaş yavaş o da neşe, mutluluk ve enerji ile doldu. Akşam eve döndüğünde aile fertleri gözlerine inanamadılar. O kadar yolu yürüyen sanki o değildi. Küçük çoban dinlenmeye bile gerek duymadan babasına yardım etti ve keçilerin çoğunu o sağdı. Olay her akşam tekrarlanınca aile teşhisi koydu. Çocuğun vücuduna cinler, şeytanlar girmişti. Bu durumda yapılacak tek şeyi yaptı aile; Çocuğu aldılar ve köyün papazına götürdüler. Papaz dualarını okudu ve çocuğun üzerine okunmuş kutsal su serpti. Sular çocuğun vücudunda yaralar açmadı. Tenini de yakmadı. Çocuk dualardan da rahatsız olmadı. Sonuç kesindi. Çocuğun vücudunda cinler, şeytanlar yoktu. Fakat onun hallerindeki değişikliklerde ortadaydı.
Papaz, ailenin yapmadığını yaptı ve çocuğun anlattıklarını dinledi. Sonrada onunla beraber o platoya çıkıp o esrarengiz çalılığın meyvelerinden toplayıp denedi. Bu ilahi bir meyve olmalıydı. Kızıl kabukları yedikçe, sert çekirdekleri emdikçe papazın uykusu kaçıyor ve kendini daha çok ve daha yoğun bir şekilde ibadete verebiliyordu.
Fakat bir şey insanlar tarafından beğenilecek, onlara zevk verecek ve yararlı olacak ve bir yasaklayıcısı çıkmayacak...Mümkün mü?!
Kardinaller, başpapazlar olayı öğrenir öğrenmez hemen bu meyveyi yasakladılar; Dünya keyif yeri, zevk yeri değildir. Keyif ve zevk yeri cennettir. Cennete ulaşabilmek için ise insanın bu dünyada ruhunu eğitmesi gerekir. Ruhun eğitimi ise zevkle, keyifle olmaz. Ezgiyle, cezayla olur. Kilise bu henüz adı bile konmamış meyveyi yasakladı fakat ününün yayılmasına engel olamadı.
Meyvenin özelliğini öğrenen Etiopyalı avcılar ve savaşçılar Önce onu ezliler . Sonrada hayvan yağına karıştırıp kuruttular .
Bu yeni yiyecek uzun seferlerde , safarilerde onları hem ayık hem de zinde tutuyordu .
Meyve dha sonraları Arap köle tacirleri vasıtasıyla Yemen’e geçti ve orada da popüler oldu. Yemenliler kahveyi hem yetiştirdiler, hem de kullanımını değiştirdiler. Onu çiğnemek yerine kaynatıp suyunu içmeye başladılar. Sonuç daha da tatminkardı.
Kahve daha sonra Anadoluya geçti ve orada Türk - muhtemelen Bolu’lu - aşçılarla tanıştı. Türk aşçılar kahveyi önce kavurdular, sonra da öğüttüler ve öyle kaynattılar. Sonuç muhteşemdi. Kahve kısa sürede Osmanlı İmparatorluğu’nun her yanına yayıldı. Yayıldı ve başına Etiyopya’da gelen geldi.
1ciSüleyman’ın cahil Şeyh-i İslamı, tefecilerin meşhur hamisi Ebu Suud kavrulmuş olan her şey gibi kahvenin de haram olduğuna hükmetti ve Yemen’den gelip İstanbul limanında bekleyen gemiler kahve yüklerini Haliçe ve Boğaza boşalttılar. Fakat arkadan gelen gemiler ve onlara yatırım yapan tüccarlar daha şanslı çıktı. Onların getirdiği malı İstanbul’daki İtalyan tüccarlar satın aldılar. Kahve dünyaya onların elleriyle yayılmaya başladı.
Bir kaç yıl önce gazeteci-tarihçi Murat Bardakçı kahveye verilen İtalyanca isimlerden şikayet ediyordu. “Bunlar bizim “sade, şekerli ve sütlü” kahvelerimizdir” diyordu. Bence haksız bir şikayet. Evet, kahveyi bu haline biz getirdik. Evet, sadesini de, sütlüsünü de, acısını da, şekerlisini de ilk önce biz yaptık, biz içtik. Fakat kendi ürünümüze sahip çıkmadık. Onu defalarca yasakladık. Satanları, yapanları, içenleri defalarca cezalandırdık. Daha sonra bu yanlışlıktan döndükse de kahvehanelerimizi bugünkü modern “Kafe”ler haline getiremedik. Kadınlarımızı onlardan uzak tuttuk.
Şimdi ise onlar geldiler; İtalyanlar ve Amerikalılar. Geldiler ve kahveyi “Cafe” yaptılar. Kadınlarımıza, kızlarımıza açtılar. Oturulabilecek, sohbet edilebilecek yerler haline getirdiler. Öyleki, artık onlarsız yapamaz olduk. Bizim kahvehanelerimiz, kıraathanelerimiz ise hep kapandılar. Yani Memduh Şevket Esendal’ın tabiriyle “Kahve onlara yaraştı.”
Bugün Dünyada bir çok ülkede, bankacılar, avukatlar ve diğer profesyoneller müşterileriyle, şirket yöneticileri iş başvurusu yapanlarla oralarda buluşuyorlar. Gençler derslerine oralarda çalışıyor, ödevlerini oralarda yapıyorlar. İşin kaymağını da tabi ki “Cafe” firmaları yiyorlar.
Helal olsun…Kahve gerçekten onlara yakıştı!”
Sayfayı tamamlamıştım ki aklıma hem Metin Silman ın hem benim dostluğu ile onur duyduğum müşterek kıymetlimiz ,bence Türkiye’ nin yaşayan en büyük seslerinden Devlet Sanatçısı İnci Çayırlı dan dinlediğimiz bir kahve anektodu geldi aklıma…Üstad Münir Nurettin’ in de talebesi olan, halen de Eskişehir Üniversitesinde konservatuar öğrencilerine ışık saçmaya devam eden hoca, İstanbul Beşiktaş’ taki ünlü Turgut un Meyhanesinde duvarda okuduğu bir dörtlüğü nakletmişti..Bir akşam buluşmamızda …Neydi o “anlamlı”dörtlük:
“Kahvelerim pişti gelin,
Köpükleri taştı gelin.
Iyi gün dostlarım ,
Kötü günüm geçti ,gelin!”
Sevgili hocamıza selam olsun…Sizlerin ise kötü gününüz hiç olmasın ..ama olursa da o gün dostlarınız hep yanınızda olsun…
Canınız bol köpüklü makinalara hala direnen elde yapılmış,cezvede ağır, ağır pişirilmiş köpükleri bol,fincanda sıcak,sıcak yanında buz gibi suyuyla önünüze gelmiş bir okkalı Türk kahvesini doyulmaz bir ortamlardan birinde yudumlamak isterseniz bence Girne Antik Limandaki Mehmet in cafesi” To Limani” ye gidin…Pişman olmayacaksınız…Afiyet olsun…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2014 Detay Kıbrıs
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.