24 Kasım 2024
  • Lefkoşa12°C
  • Mağusa12°C
  • Girne14°C
  • Güzelyurt11°C
  • İskele12°C
  • İstanbul6°C
  • Ankara0°C

İŞİN ÖZETİ

Ediz TUNCEL

10 Temmuz 2017 Pazartesi 08:46

Avrupa Birliği geçenlerde Türkiye’de sonuçlanan ve kılpayı ile “evet” çıkan referendum sonucunun Türkiye’yi demokratik olmayan bir devlet rejimine götüreceği ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasından bugüne kadar olan uygulamaların da kabul edilemez olması gerekçesiyle Türkiye’ye karşı çok sert bir tavır aldı ve Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak girişine kapılarını hepten kapadı…

AB kapıları bir daha Türkiye’ye açılır mı, orası bilinmez, ama görünüşe göre artık pek mümkün değil.

Zaten bunun böyle olacağı, uzun zamandır AB’nin ileri gelenleri ve Türkiye’deki AKP iktidarı arasında süregelen sert tartışmalar ve Almanların İncirlik Hava Üssü’nden ayrılma kararı almalarından belliydi.

Bu kararın hemen ardından, sadece saatler sonra, Kıbrıs sorununa çare bulmak için sürdürülen ve “son görüşme” olarak addedilen görüşmeler sürecinin de birdenbire çat diye çöktüğü açıklandı…

Doğrusu, her an herşeyin olabileceği beklentisi içinde olan bendeniz için bu durum pek de şaşırtıcı olmadı.

Rum tarafı, arkasına ABD, AB ve Rusya’yı tam kadro almış ve tarihte hiç olmadığı kadar eli güçlü bir şekilde masadaydı.

Türk tarafı ise tarihte hiç olmadığı kadar siyaseten zayıf, ana tezlerinden ve Kıbrıs sorunun özünden tamamen uzak ve uluslar arası destek anlamında da artık tamamen yalnız kalmış bir şekilde masadaydı…

Türkiye AB ve ABD tarafından artık gözden çıkarılmış bir ülkedir, bir NATO üyesi olarak hiçbir anlamı kalmamıştır, AB’ye aday bir ülke olarak da kapılar yüzüne kapatılmıştır.

Rusya ve İran’ın Türkiye’ye karşı olan öfkesi halen dinmemiştir ve dinmeyecektir de…

AKP ve Erdoğan iktidarı tamamen ortadan kalkana kadar Türkiye üzerinde oluşturdukları ve adı konmamış ortak baskı her alanda sürecektir.

Gözden çıkarılan Türkiye yerine, Türkiye’nin güneyinde bugün toplam sayısı 200 bini geçen, Türkiye’nin Iran ve Suriye tarafındaki güney sınırlarına tamamen hakim olan, AB tarafından siyasi olarak desteklenen, ABD tarafından ise hem siyasi hem de askeri bakımdan desteklenen bir Kürt ordusu oluşturulmuştur…

Kuzey Irak’ta ise bağımsız Kürt devletinin kurulması artık bir an meselesidir ve hemen arkasından Suriye’nin kuzeyinde kalan Kürt ordusu ile güçlerini birleştirip, yeni Kürt devletinin sınırlarını Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi kapsayacak şekilde genişletecekler, bu çakma Kürt devletçiğinin ilk cumhurbaşkanı da tartışmasız bir şekilde Barzani olacaktır…Hani şu Türkiye’deki referandumdan evet çıkması için Türkiye’nin güneydoğusunda özel faaliyet gösteren ve bu “evetin” sonucunda ise Türkiye’nin AB’den kapı dışarı edileceğini pek ala da bilen, bir taraftan “geçiş sürecinde” Erdoğan ve AKP’ye mavi boncuk dağıtırmış gibi görünen, diğer taraftan başta ABD olmak üzere ABD ve AB politikalarına bölgede çanak tutan, bu politikaları harfiyen uygulayan Barzani!

Türkiye ise giderek artan ve en sonunda hem siyasi hem de ekonomik iflasına neden olabilecek bir sürece girmiş durumda.

Bakmayın siz CHP Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “adalet için” yollarda taban tepmesine ve şov yapmasına, “siyaseten yapılan maskaralıkların” ecele faydası yok, hem kendi içinde bölünen, parçalanan, kendi eliyle Türkiye’de devlet yapısını cemaat yapısı haline getiren, sonra dab u yapılaşmanın sonucunda ortaya çıkan güçler savaşını ve rezaleti kafasına giyen AKP hem de yollarda nal toplayan CHP siyasi bakımdan düpedüz sınıfta kalmıştır.

Bu gidişatta, AKP ve CHP birbirleriyle sürtüşürken ve Türkiye’nin geleceğini karartacak iç ve dış adımlara seyirci kalırken, ve hatta, bilerek veya bilmeyerek bu adımlara paydaş olurken,  Türkiye’nin yeni baştan dizayn edilmesi ve Türkiye dizayn edilirken eş zamanlı olarak da sonradan büyüyecek bir Kürt devletinin çekirdeğinin oluşturulması için gerekli tüm tezgah ve hazırlıklar tamamlanmıştır.

Yazın bu sözümü buraya, çok kısa süre içinde bu gelişmelere şahit olacağız!

Gelelim bu kaotik ortamın içinde “son” dedikleri Kıbrıs konusundaki görüşmelere ve sonucuna…

Öncelikle şunu söyleyelim, “son” dediniz ya, elinizin körü hem de kör tepesi dedi, rahmetli dedem…

Kıbrıs meselesi, dedelerimizi yedi, babalarımızı yedi, bizi yedi, bu gidişatla bizden sonrakileri de “afiyetle yer”…

Bir kere, Türk tarafı bu işe yanlış başladı…

Masada Kıbrıs Türkü’nün temsilcisi olan Cumhurbaşkanı Akıncı’nın esamesi bile okunmadı, Akıncı meydanı hepten Türkiye ekibine bıraktı,  konferans başladıktan sonra günlere gıkı çıkmadı, iş bittiğinde, defter dürüldüğünde ise hikaye okumaya başladı…

Türkiye tarafı ise daha görüşmeler başlar başlamaz tavla teslim görüntüsü verdi, bildik beceriksizlikleriyle Kıbrıs Türk temsilcisinin önüne geçti ve sahnede kendi şovlarını yapmaya kalktı, üstelik de daha ilk günden güvenlik ve garantilerin sulandırılabileceği mesajını vererek, karşı tarafın eline fitili tutuşturulmuş ve bize karşı kullanabileceği bir dinamit vererek işe başladı, sonunda da dinamiti kendi kucağında buldu, Rumlar süreci patlatana kadar bu kozu kullandı…

Bir kere Rum tarafı mevcut şartlarda eski güvenlik ve garantiler hikayesini asla Kabul etmezdi, ancak kimseye sormadan kendi attığı adımlara karşı atılacak adımları ise “mecburen” kabul ederdi…

ABD ve İngiltere’nin Doğu Akdeniz’de kendi çıkarlarını korumak ve o zamanlar bu ikiliye uyuz olan, karşı politika güden ve Rusya’ya hep yeşil ışık yakan Makarios sayesinde ortaya çıkması kuvvetle muhtemen bir Rusya tehdidine karşı Kıbrıs’ta bir NATO üssü oluşturmak amacıyla icat ettiği, ama adını “Türk ve Rum toplumlarının ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin güvenlik ve garantisi” koyduğu güvenlik ve garantiler konusu, 1974’de önce faşist Rumların ve Yunanistan’daki faşist cuntanın  aymazlığı sayesinde bir darbe yaşanması, hemen arkasından da Türkiye’nin karşı darbeyi yapması,  sonucunda ise Kıbrıs’ın ikiye bölünmesi, ancak sonrasında Kuzey’de Denktaş ve o zamanki Türkiye iktidarlarının hesapsız kitapsız işleri sayesinde beklenmeyen olaylar yaşanması neticesinde tamamen amacından saptırılmıştı…

Neydi bunlar? Bir kere Denktaş rejimi, Türkiye’nin kapı arkasından yaptığı tüm itirazlara aldırmayarak, koltuğunu koruyup kollamak için, CTP’nin de koltuk sevdasını kullanarak İTEM yasasını çıkarmış ve Rum mallarını keyfine göre peşkeş çekmiştir, peşkeş çekilen Rum malları sayesinde donsuzlar ordusundan bir gecede sterlin milyonerleri yaratılmıştır.

CTP’nin iktidarda kalabilmek adına çanak tuttuğu bu peşkeş ve rant çarkı, ardından UBP ve DP tarafından da tepe tepe kullanılmıştır ve bugün bile bu çark tıkır tıkır devam etmektedir.

Peşkeş çekilen ve rant çarkına kurban edilen Rum malları, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin mallarıdır.

Türkiye’nin gelen giden iktidarları ise, başlangıçta Türkiye tarafından bu uygulamaya karşı çıkılmasına rağmen, sonrasında sesini çıkarmamış, gelen giden iktidarların “beslemelerinin” Kıbrıs ayağında bu çarka dahil olmasına ve Rum malları üzerinden rant elde etmesine seyirci kalmış, hatta destek olmuş, al gülüm ver gülüm politikasını izlemiştir. 

Bu noktada, Rum tarafı Türkiye’nin güvenlik ve garantilere dayanarak yaptığı  müdahalenin amacından açık ve net şekilde saptığı tezini geliştirmiş,  “senin güvenlik ve garanti anlayışın fırsatçılık, ganimetçilik, rant ve peşkeş anlayışından başka birşey değildir, güvenlik ve garanti anlayışın beni malımdan, mülkümden, canımdan etmiştir, bir daha etmeyeceği ne malum, eksik olsun senin güvenliğin ve garantin” söylemini başarılı bir şekilde siyasete çevirmiş, ulusal ve uluslar arası platformda taraftar bulmuş , Türkiye’nin yalnız kalmasına ve Rum tarafının politikasının kabülüne neden olmuştur.

Kısacası, güvenlik ve garantiler konusunda maçın kazananı Rum tarafı olmuştur.

Masada başrolü oynaması gereken Akıncı ise Türkiye’nin de isteğiyle, sanki marifetmiş gibi, şunu diyor: “Kıbrıs’a yerleşmek için bir Yunanlı geliyorsa, bu imkanı bir de Türk’e verelim…”

Yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bir AB ülkesi olan Kıbrıs’da tanınan dört özgürlüğü de verelim!

Peki, böyle bir öneriyi yapabilmek için Kıbrıs sorununun özündeki hangi temele dayanacağız, var mı öyle bir temel? Yok…

Peki böyle bir isteğin Kıbrıs sorununun özü ile uzaktan yakından alakası var mı, o da yok!

Zaten Kuzey Kıbrıs nüfus bakımından patlamış durumda, nüfus sayısını bilen de yok, sorma gir hanına dönmüş olan KKTC’nin nüfusuna Bakanlar Kurulu kararlarıyla her gün için ortalama 30 kişi daha ekleniyor, ki bunu da eleştiren Sn. Akıncı’nın kendisidir!

Rum tarafı da nüfus bakımından patlamış durumda, ama nüfus sayısını bir tamam biliyor ve kontrol altında da tutuyor.

Bu durumda, Sn. Akıncı’ya şunlar söylenirse ne diyecek: Sen hangi hakla benim ülkeme başkalarının yerleşmesi ve benim yaşama alanıma sırf birilerinin keyfi istedi diye girmesine kapı açıyorsun! Cumhurbaşkanı seçilirken Kıbrıs Türkü masada böyle zırvaları tartışasın diye mi sana yetki verdi! Senin masadaki görevin TC ve Yunan vatandaşlarının Kıbrıs’da olmayan haklarını mı korumak, onlara hak yaratmak mıdır, Kıbrıs Türkü seni bunun için mi seçti! Dünyada eşi benzeri olmayan bir maskaralığı hangi akılla Kıbrıs’a empoze etmeye çalışıyorsun… Kıbrıs’ın toprağı yüzlerce yıldır bu toprakta yaşayan Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumlarındır” TC ve Yunan vatandaşlarının Kıbrıs’da ne hakları var, herkes otursun oturduğu yerde, herkes kendi toprağına ve hakkına sahip çıksın…Kıbrıs Türkü adına masada başkaları kesip biçiyor, peki sen necisin…”

Güvenlik konusunda ise ne Türkiye tarafından ne de Kıbrıs Türk tarafından hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs Türkü’nün ortak çıkarlarını koruyacak, karşı tarafın ise tezlerini çürütecek bir tek açılım da bugüne kadar yapılmadı.

Peki ne yapılabilirdi? Kıbrıs Türk tarafı ile Türkiye, tıpkı Rum tarafı ile İsrail ve Rusya’nın yaptığı gibi askeri ve güvenlik işbirliği anlaşmalarını tek taraflı olarak yapabilir, bu konuda Doğu Akdeniz coğrafyasında yaşanan şiddet olaylarının temelinden yola çıkabilir, Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasında somut gerçeklere dayalı bir tezle inandırıcı ve ikna edici bir güvenlik ve işbirliği politikası geliştirebilir, alternatif olarak masaya sürebilir, Rum tarafı zırlamaya başlarsa da “peki o zaman, sen buna karşı çıkıyorsun da kendi çıkarın söz konusu olduğunda sen kendin niye bu haltı defalarca yiyorsun, kime soruyorsun da tüm Kıbrıs Cumhuriyeti adına İsrail ve Rusya ile askeri işbirliği anlaşmaları yapıyorsun” denerek, köşeye sıkıştırılabilirdi…

Hoş, Rum tarafın ona da bir çare bulurdu ve derdi ki, “Höt! Unutma ki sen Türkiye olarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı BM kararıyla Kıbrıslı Türklerin bu adada isyancı, Rumların ise Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi temsilcisi olduğunu kabul ettin, zamanında üç kuruşluk menfaat uğruna kendi ayağına ve Kıbrıslı Türklerin ayağına kurşun sıkmasaydın…Rum tarafı AB’ye tüm Kıbrıs adına başvuru yapar ve girerken de sen Gümrük Birliği’ne girebilesin diye Türk tarafının haklarını bana sattın, ben AB’ye girdim, sense Gümrük Birliği’ne, aklın nerdedi,  unuttun mu yoksa!!!...Ben bugün devletin tüm yetkilerini Kıbrıslı Türkler adına da senin sayende bir tamam kullanıyorum, elime geçirdiğim siyasi gücü ne diye Kıbrıslı Türklerle paylaşayım!...Devlet benim devletim!...Bana çözüm adına vereceğin toprak da benim toprağım, hakkım olanı bana vermeyi kabul ettin diye sana bir de elimdeki yetkileri mi vereceğim!”

Türkiye tarafı da, “Höt! Sana bu hakkı verdiysek, senin faşistlerin kalksın da 1974’de hem Türkleri hem de Rumları keyiflerine göre doğrasın ve Kıbrıs’ı faşist Yunan cuntasının bir parçası yapsın diye vermedik…1974’de de verdiğimizi geri aldık…O gün bugündür bir daha alırız diye korkularınla yaşıyorsun…Şimdi herkesin haksız yere birbirinizden aldığınızı geri verme zamanı, aksi takdirde bugün elde ettiğin rahatı bozmak için her şekilde elimizden geleni yaparız…Hade kısa kes!” diyebilirdi…

Eh, tarihin gerçeklerinden zerre kadar haberi olmayan, devlet politikası nedir bilmeyen, halk ve devlet adamlığı nedir bilmeyen, irade, bilgi ve omurga yoksunu,  bakkal dükkanım olsa tezgahtar olarak çalıştırmayacağım muhteremlerle geleceğimizi kurtarmak adına yola çıkarsak, ellerine her türlü kozu beceriksizliğimiz sayesinde verdiğimiz Rumların ayak oyunlarıyla boyuna uğraştığımız, ömür törpülediğimiz,  şerefimizi, onurumuzu ve geleceğimizi kendi koltuk sevdasından başka hiçbir şey düşünmeyen bu adamların insafına terkettiğimizle kalırız, böylece değil elli sene, beşyüz sene daha bu sorun çözülmez…

Ya da, B planına geçilir, bu hesap kapanmıştır, artık herkes kendi yoluna denir…

Türkiye de giderek artan bir dozda Kuveyt işgali sırasında Irak’ın karşı karşıya kaldığı baskıyla karşı karşıya kalır ve günün sonunda ya tazminat ödeyerek pes eder, ya da kendi üzerinde uygulanacak her türlü ambargoyu göğüslemek ve en sonunda da pes etmek zorunda kalır.

C planına geçilirse, (bu planları da şimdi ben icat ediyorum, çaktırmayın manzarayı) Kıbrıs Türk tarafı insiyatifi eline alır (nerde o günler), Türkiye’ye “elli senedir beceremedin, tek becerdiğin Rumların gücünü artırmak, Kıbrıs Türkünün gücünü ise onların karşısında ezmek oldu, çekil bakayım kenara,  şimdi söz sırası bende…”, Rumlara ise “gel buraya bakalım, al malını, ver malımı, ver yetkimi ve haklarımı, Türkiye ile ben ikili güvenlik anlaşması yapıyorum, Türkiye’nin güney sahillerinin ve karşılıklı menfaatlerimizin korumasını bu şekilde üstleneceğiz, sen de zaten İsrail ve Rusya ile aynısını yaptın, mesele kapanmıştır…” der ve süreci yeni baştan başlatır…Bu arada da, KKTC’de süregelen rant çarkını durdurur ve “insan gibi” yaşamanın yollarına bakar…

Sn. Akıncı ve bugünkü Kıbrıs Türk siyaseti bunu yapabilir mi, var mı o cesaret ve irade?

Rahmetli dedemin mezarındaki haliyle yapabildiği kadarını ancak yapar…

İşin özü budur…

 

 

 

 

 

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.