24 Kasım 2024
  • Lefkoşa14°C
  • Mağusa13°C
  • Girne15°C
  • Güzelyurt12°C
  • İskele13°C
  • İstanbul6°C
  • Ankara3°C

HÜKM-Ü ASKERCİLİK OYNAMAK VE SONUÇLARI...

Ediz TUNCEL

09 Ağustos 2017 Çarşamba 09:21

Başlığın özüne girmeden, daha derinlere, biraz geçmişe gideceğim, belki birileri devlet yönetimi neymiş, nasıl  yapılırmış, devlet nasıl kurulurmuş, ve her şeyden önemlisi, bir devletin garantisi neymiş öğrenirler...

Tarihte yer alan savaşlarda yıldırm harekatı adı altında gerçekleştirilmiş bazı savaşlar vardır, özellikle de 20. Yüzyılda...

Ancak tarihin gerçek anlamda ilk ve son “yıldırım harekatı” Türk Kurtuluş Savaşı sırasında 26 Ağustos-9 Eylül tarihleri arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün komutasında gerçekleşen Büyük Taaruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’dir.

Nasıl mı, anlatalım!

Atatürk, Türk ordusundan sayıca ve silah bakımından üstün olan ve toplamdaki muharip asker sayısı 200 bini geçen Yunan ordusuna toplam asker sayısı 186 bini ancak bulan ve teçhizat bakımından da daha zayıf olan Türk ordusuyla saldırdı ve 6 ayda yıkılamaz denen Yunan mevzilerini iki saat içinde ezip geçti.

Tarihte yer almış olan hiçbir savaşta yaklaşık 400 bin asker karşı karşıya gelmiş ve daha ilk iki saat içinde daha güçlü olan ordu zayıf olan ordu tarafından darmadağın edilmiş değildir, Büyük Taaruz’un bir başka örneği de yoktur.

Büyük Taaruz hazırlıkları yapılırken Atatürk öyle bir izlenim yarattı ki, Türk tarafındaki askeri toparlanma sanki dostlar alışverişte görsün modundaydı ve göstermelikti.

Atatürk ve yanındaki silah arkadaşları Afyon’a saldırıyı yönetmek üzere gelirken yayılan haberler, daha doğrusu istihbarat şaşırtmacaları, Atatürk ve askeri üst düzey erkanın Çankaya köşkünde partilerde eğlenmekte olduğuydu.

Ancak Türk ordusunun subayları büyük bir gizlilik ve hız içinde saldırı için hazırlanıyorlar, istihbarat şaşırtmacaları da başarıyla uygulanıyor ve Amerikan (Amerikalıların Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü  ayrıca irdeleyeceğim), İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan istihbaratları şaşırtılıyordu.

Bu şaşırtmacalar sonucunda Yunan Başkomutanı Trikopis ve maiyeti 25 Ağustos gecesi üst düzey subayların katıldığı bir baloda keyfine keyif katıyordu, aynı anlarda Çankaya Köşkü’nde keyif sürdüğü sanılan Atatürk ise Afyon tepelerinde büyük saldırının son hazırlıklarını yapıyordu...

Ağızları rakı ve şarap kokan Trikopis ve subayları sabahın dördüne doğru çakırkeyif olmuş vaziyette karılarının, sevgililerinin kucaklarına dalma hayalleriyle baloyu sonlandırır ve sarmaş dolaş yataklarına giderken, buz gibi soğuk bir rüzgar Afyon cephesindeki tepelerden birinde yanında birkaç subayla birlikte duran  Atatürk’ün yüzüne çarpıyordu…

Tam da o anlarda Atatürk eli tetikte bekleyen orduya emrini verdi: “Saldırın, düşmanı denize dökün…” dedi…

 Bu emirle Türk piyadeleri ve atlı birlikler bir anda hareketleniyor ve Sakarya nehri boyunca Yunan hatlarına doğru bir yıldırım harekatı başlatıyordu...

26 Ağustos sabahı daha  gün ağarırken üzerlerine gelen ve ölümle kalım arasındaki tercihini vatan uğruna ölüm olarak seçmiş, arkasında bıraktığı canıyla, cananıyla, yavrusuyla, anasıyla, babasıyla çoktan helalleşmiş, kendisini ve tüm sevdiklerinin canını o andan sonra Allah’a emanet etmiş  onbinlerce askerin azmi ve süngüsü karşısında ne yapacağını şaşıran 200 bin kişilik Yunan ordusunun en güçlü hatları dakikalar içinde darmadağın ediliyor, Yunan askerleri çil yavrusu gibi dağılmaya başlıyor, iki saat içinde tüm cephelerde dalga dalga gelen Türk askerleri karşısında eriyordu…

Bu harekatta, Yunan mevzilerine doğrudan saldıran Türk kuvvetleri yüzlerce subay da dahil olmak üzere toplamda altı bine yakın şehit, onbinlerce de yaralı vermiş, fakat savaşı daha başından kazanmıştı…

Sonraki günlerde Yunan ordusu, Yunan devleti ve destekçileri olan devletler için tam bir bozgundu…

Yunan tarihine Küçük Asya felaketi olarak geçen Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın sonucu olarak Yunan hükümeti devrilmiş, hükümetin yerine bir uyduruk Devrim Komitesi kurulmuş, Anadolu’yu istila etme fikrinin baş mimarı ve dolayısıyla yenilginin de sorumlusu olarak görülen Başbakan Dimitrios Gunaris ve beş bakanı Kasım 1922’de yapılan uyduruk bir yargılamayla idama mahkum edilmiş ve karardan hemen sonra da hiç bekletilmeden Atina meydanında, sokak ortasında idam edilmişlerdi.

Gunaris ve bakanları idam edilirken Atatürk ve subayları çoktan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlar, hükümeti oluşturmuşlar, Milli Misak sınırları içinde kalan tüm bölgelerde kontrolu ele geçirmişlerdi…

İşin özü şuydu: Ülkenin başındaki padişah kuyruğunu kıstırıp da düşman gemisiyle memleketten kaçarken başlarında Atatürk  olan bir grup gözüpek asker karşılarında duvar gibi dikilen ve vatanlarına göz koyan yedi düvelin en güçlü devletlerine ve ordularına karşı bir milleti ayağa kaldırmış, tarihte görülmeyen ve muhtemelen bir daha da görülmeyecek olan bir beceri ve cesaretle bir ordu oluşturmuş, kendisinden çok daha güçlü bir orduyu iki saat içinde darmadağın etmiş, tüm dünyaya yeni bir devletin varlığını ilan etmişti.

Ve yine kısacası, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Atatürk dahil, canlarını, cananlarını feda etmek için zerre kadar tereddüt etmeyen askerlerdi…

Sonraki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin içten içe yıkılması için Amerikan-İngiliz oyunları yine sahnedeydi, bunlardan bir tanesi de Şeyh Sait isyanıydı, Amerikan-İngiliz ajanlarının kışkırtmasıyla isyanı çıkartan da fanatik dinci, yobaz tayfasıydı…

Atatürk ve askerleri vatanı kurtarmak için düşmanla savaşırken karılarının etekleri altına saklanan bu çapulcu takımı, kendilerini kurtaran ordunun subayının kafasını kesip de kazığa geçirmekte hiç tereddüt etmediler…

Günün sonunda asker tarafından dize getirildiler, meydanlarda sallandırıldılar, Kubilay’ın kanı yerde kalmadı…

Ancak bu alçakların tohumları kurumadı, nesilleri devam etti, TBMM’ye kadar girdiler, Türk ordusuna sızdılar, Madımak’ta çağdaş, medeni, aydın insanları yaktılar, Amerikan emperyalizminin uşağı oldular, Türk ordusuna kadar sızdılar, Türk ordusunun değerlerini kokuşturdular, Doğu Akdeniz coğrafyasının en önemli güç ve denge unsuru olan Türk ordusunu komplolarla darmadağın ettiler, Türk ordusunun köşe başlarını ele geçirdiler, sonra da  kendi aralarında bir güç savaşına giriştiler, tam da Amerikanvari bir entrikanın uygulamaya konulmasıyla birbirlerine düştüler, bu kokuşmuşluk düzeninde boynu altında kalanlar vatan haini oldu, hainlerle bir zamanlar kol kola yürüyenler ve sonrasında da hasbel kader gücü ele geçirenler de sözde kahraman oldu…

Peki sonra ne oldu?

Koskoca Türk ordusunun içine düştüğü durumu gören Yunanistan çıldırdı, Ege adalarını birbiri ardına işgal etmeye, yakınından bile geçmeye cesaret edemediği adalara asker çıkarmaya, şov yapmaya başladı…

Kıbrıs’taki askeri erkanda da tarihte görülmemiş olaylar yaşandı, bunları gören Rumlar da şımardıkça şımardı…

Türkiye’nin rezillikler tarihinde zirveyi kapan 15 Temmuz darbesi sonucunda Fetocu bir albay müsveddesi tarafından darbeye adı karıştırılan KTBK Komutanı Korgeneral İsmail Bozkurt ordunun içine düştüğü mide bulandırıcı duruma daha fazla dayanamadı ve hayatını verdiği ordudan istifa etti.

Onun yerine atanan Korgeneral Ömer Paç da, hangi akla hizmettir bilinmez, daha Kıbrıs’daki  görevinin birinci yılında emekliye sevk edildi…Üstelik de orduda çok ciddi bir üst rütbeli subay sıkıntısı varken…

GKK’nın başında olan ve özellikle Kıbrıs’da yuvalanan mafya takımına karşı şimdiye kadar görülmemiş bir azimle açtığı savaşla çapulcu sürüsünün toz duman edilmesine ön ayak olan Tümgeneral Erhan Uzun ise, darbe sonrasındaki tasfiyeler neticesinde onun vasıflarına uygun kimse kalmayınca GKK görevinden alındı ve NATO Karargah Komutanlığı Kurmay Başkanlığı’na atandı, yerine Korgeneral Yılmaz Yıldırım geldi, kısacası Kıbrıs’daki askeri gücün yönetimine komutan dayanmadı, dayandırılmadı…

Özetle nedir olan? Tam bir maskaralık, hatta maskaralığın daniskası…

Türkiye’deki siyasi entrikalar ve karmaşa neticesinde yaşanan rezilliklerin bedelinin nerdeyse tümünü itibar erozyonuna uğrayan Türk ordusu ödedi,  sadece Türkiye’de değil, KKTC’de de askeri itibar sarsıldı, hatta yerle bir edildi, Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC’nin en önemli güvencesi olan güvenlik kuvvetlerinin başında duranlar ve tuttukları mevkiler de  ya keyfi kararlarla, ya çaresizlikten, ya da siyasi basiretsizlikten dolayı çok ciddi bir itibar erozyonuna uğratıldı…

Şimdi kendinizi Rumların ve Yunanlıların  yerine koyun ve düşünün!

Karşınızdaki manzara şu:

Devlet yönetimiyle takkiyeciliği birbirine karıştıran, Türkiye’de Amerikan uzantılı Fetoşların yediği naneleri cinlere mal eden, bir kalbur samanı iki eşeğe pay edemeyen, ama en az kendileri kadar zır cahil olan bir güruh tarafından seçilen, trafocu kedinin de müthiş marifetlerini Allah vergisi sayan, bir taraftan din sömürüsünde şampiyonluğu kimselere kaptırmayan, diğer taraftan kendilerini allame-i cihan sanan takunyacılar,  cemaatciler, tarikatçılar tayfası Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetecek, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti’ni Fetoşistan yapacak diye elinden geleni ardına koymayacak, kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Türk ordusunu komplolarla darmadağın edecek, bu sefer bir değil yüzlerce Kubilay vakkası yaratacak, ordunun itibarını nerdeyse sıfırlayacak, en sonunda da kendi kafasını yiyecek, ama bu arada da tüm komşularıyla da sorunlu hale gelecek, ABD, AB ve Rusya ile de köprüleri atacak…

Peki siz Rum ve Yunan tayfası olarak ne yapardınız!

Elbette Anastasiadis’in yaptığını yapardınız, Kıbrıs’ta Türk askerinin izi bile kalmayacak derdiniz, hergün sınırlarda serseri takımının şov yapmasına, gövde gösterisi yapmasına zemin hazırlardınız, Türk ordusunun içine düşürüldüğü durumdan dolayı “işiniz bitti, kendi kendinizi bitirdiniz, kına yakın, şimdi bizim zamanımız, bizim şovumuz, artık sizden korkmuyoruz” mesajını verirdiniz…

Elbette Yunan Savunma Bakanı’nın yaptığını yapardınız, Türkiye’nin burnunun dibindeki adaya asker çıkarır ve helikopterle askerinizi ziyaret giderken telsizle gelen “Türkiye karasularına girdiniz, ayrılın” uyarısına  “has….tir” derdiniz, adaya iner ve bir güzel kebap çevirirdiniz,

Kıbrıs görüşmelerinde da hem Türkiye’yi hem de Kıbrıs Türkünü  alaya alırdınız, maskara ederdiniz…

Eskiden, çok değil, beş-on yıl önce, hangi Yunan bakanının veya hükümetinin  maçası Türkiye anakarasına bir tüfek atımı uzaklıktaki bir adayı işgal etmeye ve o adaya inerken TSK’ya “s…tir” çekerek inmeye cesaret edecek kadar  sıkardı…

Hangi Rum liderin gücü ya da cesareti “son Türk askerine kadar” adadan tümü gitsin demeye yeterdi…

Özetle, takkiyeci tayfasının yaptığı şu oldu: Türk ordusunu da kendi kokuşmuş emellerine alet ederken aslında kendi koruyucularını da yok ettiler…

Türkiye’yi Fetoşistan yapayım derken kendi yarattıkları şeytanın kötülüğüne uğradılar, suçu cinlere attılar, kendilerini şeytandan koruyan Atatürkçü ve laik orduyu da kendilerine benzettiler…

Bedelini de hepimize ödettiler ve halen de ödetiyorlar, daha düne kadar bize yan bakmaktan bile korkan Rum-Yunan ikilisinin her daim soytarılık yapmaya hazır ve nazır olan ayak takımının ağız kokusunu çektiriyorlar…

Bu şartlarda barış ve anlaşma için uğraşmak nafiledir, nafile…

Üzgünüm ama, barış ve adalet dolu bir adada, bir dünyada yaşama hayallerim ve umutlarım artık yok…

Bu süreçte, Türkiye kendi iç barışını, milli ve kültürel kimliğini kaybetti…

Biz kendi iç barışımızı, milli ve kültürel kimliğimizi kaybettik…

En önemlisi, Atatürk’e ve bize milli bir kimlik, kültürel bir kimlik, geleceğe dair somut bir umudu, bir ülkeyi, bir değeri  miras bırakan o kahramanların anısına da ihanet ettik…

Kimin uğruna? Türkiye’yi Amerikan mandası haline getirmek ve o mandanın başına geçmek için ruhunu bile şeytana satan zır cahil bir mollanın ve o molla ile birlikte Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkünün tüm manevi ve maddi değerlerinin içine eden takkiyeciler uğruna…

Bu bir kabus, acaba uyanabilecek miyiz, yoksa çocuklarımıza da bu kabusu miras mı bırakacağız…

Cevap sizde.

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.