23 Kasım 2024
  • Lefkoşa17°C
  • Mağusa17°C
  • Girne19°C
  • Güzelyurt15°C
  • İskele17°C
  • İstanbul5°C
  • Ankara8°C

 BUNDAN SONRASI MEÇHUL

Hatice İNTAÇ

31 Ağustos 2020 Pazartesi 19:33

Durumlar kötüden vahime doğru başını almış gidiyor. Kovit-19 salgınından etkilenenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Mart ayından beri yaşanan bu durum insanlar üzerindeki olumsuz etkisini artırarak devam ederken; gerek hastalığa yakalanma endişesi ve ekonomik sıkıntılar gerekse normal hayatın sekteye uğraması ve salgının ne zaman biteceğinin belirsizliği kaçınılmaz olarak psikolojik sorunları da beraberinde getiriyor. Sinirler günden güne daha çok geriliyor. Öfke sudan sebeplerle zirve yapıyor, çatacak birilerini arıyor, bulamazsa Kıbrıslıların deyişiyle “urbalarıyla kavga ediyor” insan. Ben de bugün bilgisayarla kavga ediyorum. Yazının ortasında durmadan güncelleme yapması beni çileden çıkarıyor.

 

Aslında öfkemiz vurdumduymaz, iş bilmez ama dediğim dedik!… Bilgisiz ama buna rağmen kişisel çıkarlarını düşünecek kadar akıllı ve uyanık!.. Ülke insanını ateşe atmaktan çekinmezken sırf koltuk sevdası uğruna biatçi ve itaatkâr!… Kendi insanına yaptığı kötülüğe rağmen onlardan oy bekleyecek kadar onursuz birkaç kendini ve haddini bilmez yüzünden…

 

Bir günde 19 vaka… En kötüsü yerel bulaşın da başlamış olması!.. Hâlâ bir pandemi hastanemiz yok. Kaç kez yapılacak denip yapılmayan, şimdi de daha temelleri bile atılmayan ve ne zaman biteceği belli olmayan, (bunca yalandan sonra onun akıbeti de şüpheli ya..) sayı arttıkça hastaları yatıracak yer, onlara bakacak yeterli hekim, sağlık çalışanı ve gerekli ekipmanı olmayan, üstelik salgın harici hastaların haklarını gasp ederek pandemi için el konmuş bir hastane…

 

Ya karantina?.. O kadar karışık o kadar değişken ve mantıksız alınan kararlar var ki bu konuda, takip etmek mümkün değil… Bir gün öyle bir gün böyle diyeceğim de, bir saat öyle bir saat böyle demek daha doğru olur sanırım. Biri başka söylüyor, öteki başka. Ben ucunu kaçırdım. Başından beri herkesin bildiği ve doğru olanı; Temmuzda kapılar daha açılmadan karantina merkezlerinin hazır olması ve yurt dışından gelenlerin ayırım yapılmadan 14 gün bu merkezlerde alıkonulmasıydı. Neden olmadı? İşlerine mi gelmedi? Yoksa yurt dışından kumar için gelenler direkt casinolara mı gitmek istedi? Büyük oteller ve kumarhaneler kâr etsin, memnun olsun diye mi karantinasız gelişlere izin verildi?.. Oysa kapıların açılmasına sebep olarak ekonominin düze çıkması öngörülmüştü bu zatı muhteremler tarafından. Küçük işletmelerin, sanayinin ve esnafın durumu düzelecekti güya ama o da boş çıktı çünkü evdeki hesap çarşıya uymadı.. Dışarıdan gelenlerle başlayan ve her gün artan salgın yüzünden yerli halk bile çarşıya çıkmaktan çekinir oldu. Neticede o konuda da umutlar suya düştü. Sayısız iş yeri kepenk indirdi, esnafın boynu büküldü, ekonomi düzelmek bir yana yerlerde süründürüldü. Merak ediyorum akıllı geçinen bu yöneticiler bunun böyle olabileceğini hiç mi hesaba katmadılar, yoksa sadece otelleri, kumarhaneleri, para babalarını memnun etmek için diğer insanları yok mu saydılar? Bunu yapmaktaki mecburiyetleri veya muratları neydi?

 

Bundan sonra ne olacağını düşünen hükümet yetkilisi var mı? Yoksa sağlık bakanının önerdiği gibi kendi yağımızda kavrulup kendi tedbirimizi kendimiz mi alacağız? Dışarıdan gelenler kendi kendilerini karantinaya alacaklar, almazlarsa mahkemeye verilecekler ve ceza mı ödeyecekler?.. ( bir gelir de bundan sağlanacak yani)

 

Peki de bu süre içinde siz ne yapacaksınız?.. İnsanlara bu sıkıntıları yaşatırken tüm sorumluluğu onlara ve sağlık çalışanlarının omuzlarına yükleyip köy köy, kasaba kasaba gezerek seçim propagandası yapacak, her zamanki gibi bol keseden tutmayacağınız sözler mi vereceksiniz?.. Yoksa size oy verme potansiyeli olanları ve yakınlarını usulsüz olarak işe alıp onlardan koparacağınız oyların hesabını mı yapacaksınız?.

 

KKTC kurulduğundan beri 41 hükümet değiştiren böyle başarısız bir ülke dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Siz de sonuncusu değilsiniz. Bazı istisnaları tenzih etsek de beceriksizlik ve çıkar üzerine kurulmuş bu düzen değişmedikçe; yeni bir sisteme geçilmedikçe bu hep böyle devam edecek, her gelen hükümet gideni aratacak ve düzensizliği katlayarak devam ettirecek. Oysa bu halk böyle bir kaderi hak etmiyor.

 

Göz açıp kapayıncaya kadar yeni yılın iki ayını geride bıraktık, Mart ayına girdik. Kırlar rengârenk çiçeklerle süslendi. Çağla çiçeğinden çıktı. Bahar geldi ama onun tadına varamıyorum. Ben bu zamanlarda bedenimde güneşin sıcağını hissederek kırlarda dolaşmayı, yaban lâlesi, ebegümeci toplamayı çok severdim. Bu bahar ne yazık ki oralarda dolaşırken toprağa endişeyle bakıyor, kazılmış yerler arıyorum. Geçtiğimiz hafta duyduğum o kan dondurucu vahşet haberi belleğime o kadar derin kazınmış ki; her çukurun, her tümseğin altından fetuslar, bebek cesetleri çıkacakmış gibi ürpererek bakıyorum insan eliyle kirletilmiş toprağa. Belli mi olur; belki benim bastığım toprağın altında da o günahsız, dünyayı görmesi kirli ellerle, vicdandan yoksun yüreklerle yasaklanmış; doğmasına izin verilmemiş bebekler yatıyordur diye acı duyarak gerisin geriye eve dönüyorum.

 

Her gün daha kötüye gidiyoruz. Batacağını bile bile fırtınalı bir denizde yol alan ve her zaman olduğu gibi başkaları tarafından filikaların suya indirilmesini ve kurtarılmayı bekleyen bir geminin yolcuları gibiyiz. Kendi kendimizi kurtaracak gücümüz, yetkimiz ve yeteneğimiz yok. Kaderimizi hep başkaları çiziyor. “Dur” demeye cesaretimiz yok. Korkuyu beklemenin telaşı korkunun kendisinden daha da ürkütücü şimdi ve ben bir mücrim gibi bekliyorum onu. Böyle hissetmem neden diye sorguluyorum kendimi. Teselli olacak kaçışlar bulsam da bunlar bahanelerden ileriye gitmiyor. Bu memleketin bu hale gelmesi hepimizin suçu değil midir? Bize yapılan yanlışları, haksızlıkları, usulsüzlükleri sineye çekmenin, suskunluğun, tevekkülün yeni yanlışlara davetiye çıkarmasının kaçınılmazlığını anlamamız gerekirdi. Ama biz hep “bana ilişmeyen yılan bin yaşasın” zihniyetiyle geçirdik bu uzun yılları. Şimdi yılan o kadar büyüdü, o kadar iştahlandı ki; şerrinden kurtulabilene aşk olsun.

 

Ben böyle hissederken sözüm ona memleketin sorumluluğunu üstlenenlerin durumunu, neler hissettiklerini merak ediyorum doğrusu. Yine de sokaktaki duyarlı bir vatandaşın bu ada için duyduğu endişelerin zerresini duymadıklarından eminim. Memleketteki usulsüzlüklerden bihaber koltuklarında oturuyorlar. Arada bir Ankara’ya çağrılıyorlar, emirler alıyorlar, imzalar atıyorlar, oralarda kendilerine konuşma hakkı bile verilmezken onlar kendi ülkelerini, kendi insanlarını satıp satıp boynu bükük geri dönüyorlar. Döndükleri zaman da halkın son haddine varan gerilmiş sinirlerinin küçük bir tezahürünün, tahammül edilemeyip yapılan masum bir eylemin; makam arabasının çamurluğuna atılan bir pet şişesinin hesabını soruyorlar. (Tabii ki o da yanlış bir davranıştı ama bu ada halkına yapılan büyük yanlışların yanında çok küçük bir yanlış) Keşke o antlaşma imzalanmasa da çiçeklerle karşılansaydı sayın başbakan. Nihayet her ülkenin, her coğrafyanın kendisine ait olan yağmur ve yer altı sularını bile elimizden kaptıran su metninin imzalanmasıyla bir kez daha satıldık. Bununla da kalmayacağımız gün gibi ortada. Kim bilir sırada daha neler var? Bir beceriksizler ordusunun bizi idare etmesine izin verip, suskun suskun bekleyelim ve sonumuzu hep birlikte görelim.

 

Herkese ayni şekilde uygulanması gereken adalet, devlet makamlarınca şahıslara göre uygulanıyor artık. Bazılarına hatır gönül, torpil, çıkar, tanıdık zihniyetleriyle davranan, kanunları çiğneten, usulsüzlüklere göz yuman, kayıran; bazılarına da en masum, en basit eylemlerinden dolayı sonuna kadar yasa uygulayan, insan haklarına aykırı uygulamaları reva gören bu ikiyüzlü, hantallaşmış devlet yapısı bizi daha hangi akıbetlere götürecek diye endişe etmemek mümkün değil.

 

Maalesef ki Yeşil Ada dediğimiz vatanımız, bir skandallar diyarına döndü. Failleri hâlâ yakalanamayan, silahlarla taranan soygun yuvası kumarhanerin, ilkokul çocuklarını bile zehirleyen ama elini kolunu sallayıp ortalıkta gezen esrar kaçakçılarının, sırra kadem basan banka soyguncularının, beş buçuk yaşında çocuklara cinsel tacizde bulunan ve mahkemece affedilen soysuzların ve en sonunda da doğumlarına çok az kalan sekiz aylık bebekleri ana rahminden alıp ücra yerlere, tarlalara gömen, onlara yakıştıracak en aşağı sıfatı bile bulamadığım doktorların günah yuvası haline gelen bir ada olduk sonunda. Yazık oldu bu adaya. Yazık oldu bu adada yaşayan dürüst insanlara.

 

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.